Sevgililer Günü
Aşksız, Ey Dünya, Nedir Değerin?
Aşktır mihrabı yüce göklerin,
Aşksız, ey dünya, nedir değerin.
Sevginin kulu ol, doğru yol budur,
Arifler yanında sevgi uludur…
XII. asrın ikinci yarısında ölmez eserleriyle Azerbaycan edebiyatına çok değerli eserler veren Nizami Gencevi, bu mısralarıyla aşkı göklere yüceltir. Nizami’nin bütün eserleri sevgi üzerinde kurulmuştur. Belki sevgiye bu kadar değer vermesi onun eserlerini ölümsüz kılmış, bu eserler her bir insanın kalbinde yer etmiştir:
Aşksız olsaydı hilkatın canı,
Dirilik sarmazdı bütün cihanı.
Aşksız bir insan bir neydir kırık,
Yüz canı olsa da ölüdür artık.
N. Gencevi’ye göre, dünyada aşkın ateşinden güzel ne vardır? Aşksız ne gül güler, ne bulut ağlar. Bu dünyada her şey aşkın üzerindedir. Aşksız geçen gün ölüm demektir. Kim ki, aşkı tatmamış, onun ne ruhu, ne canı vardır. Aşksız bir yürek hiçliğe varsın, onu gam selleri yıkayıp gitsin.
Aşk, sevgi hakkında dünyanın ünlü insanlarının fikirlerini okuduk, düşündük. Hepsi birbirinden derin, felsefi anlamları güçlüdür. Ünlü Rus yazarı Yevgeni Bogat’ın 1981 yılında Moskova’da Uşak Edebiyatı Yayım Evi tarafından basılmış (1990 yılında kitap Rus dilinden Azerbaycan Türkçesine çevrilmiş Baki’de Gençlik Neşriyatı tarafından yayımlanmıştır) Onlar Böyle Seviyordular kitabı, ünlü insanların sevgileri ve onların sevgiye verdikleri değer hakkında bilgiler verir. Kitapta XII. asırda Portekiz manastırlarından birinde yaşamış Mariya Anna Alkaforado adlı kadının mektuplarından da söz edilmektedir. Mariya’nın ardınca Fransız filozofu, şair ve ilahiyatçı Abelyar Pyer’in (1079-1142) sevgilisi Eloiza’ya yazdığı mektupları görüyoruz. Eloiza o mektuplara cevap olarak “Benim kalbim her zaman seninle olup, benimle değil. Eğer kalbim seninle değilse, demek o hiç yoktur, olmamıştır. Benim kalbim sensiz yaşayamaz..” diyor. İtalyan şairi Petrarka’nın Laura’ya olan sevgisi, insanı büyülemektedir: “Ayaklarım hâlâ sevgilimin izlerini aramaktan yorulmamış. Benim gülüşlerim hıçkırıklarımdır. Aşk ateşi yoksa beni yakıp yandıran nedir? XVIII. asır Fransız yazarı Deni Didro’nun Sofi Volan’a olan aşkı, insanı uhrevi dünyaya götürür: “Yüz ömrüm olsa yüzünü de Sofi’ye verirdim. Hayatım zehir olsa, evim dağılsa, mutsuz olsam sabır ederim; yeter ki Sofi benimle olsun. O kanımı içmek istese veririm”.
Dehaların sevgi mektupları bizi ne kadar büyülese de bugüne geri dönelim. Bildiğimiz gibi, 14 Şubat Dünya Sevgililer Günü’dür. Bu günün tarihini herkes biliyor. Bu nedenle onu anlatmak istemiyoruz. Sadece Kardeş Azerbaycan’da “sevgililer günü” ne anlama geliyor, kısaca bundan bahsedeceğiz.
Azerbaycan’da Sevgililer Günü, 30 Haziran’dır. Neden 30 Haziran? Bir az geçmişe seyahat edelim.
1980’li yılların sonlarına doğru milliyeti, dini, dili çeşitli olan halkların “üstü açık ceza evi” sayılan Koca Kartal Rusya çökmeye başladı. Bu çöküşte Rusya’nın son Cumhur Başkanı M. S. Gorbaçov’un “büyük emeğini” özellikle söylemek gerekir. Onun “Yeniden kurma” siyaseti semeresini verdi. Rusya’nın elinin altında kalmak istemeyen halklar seslerini yükseltmeğe başladı ve sesini yükseltenlerin başında Azerbaycan Cumhuriyeti geliyordu. Rusya, başka ülkeleri kaybetmeyi göze alsa da önemli stratejik bölgede yerleşen, yer altı, yer üstü serveti bol olan Azerbaycan’ı bir türlü elinden çıkarmak istemiyordu. Çünkü bu ülke Doğu ile Batı’nın köprüsü idi, eski İpek Yolu buradan geçiyordu, Avrupa’ya açılan kapı idi. Rusya defalarca savaş yoluyla eline geçirdiği bu ülkeyi, yeniden savaş yoluyla kendine tabi kılmak istiyordu. En modern silahlarla donatılmış Rus askerleri, 1990 yılının 19 Ocağını 20 Ocağa bağlayan gece, Azerbaycan’ın sınırını geçerek ülkeye hücum etti. Ellerinde silahı olmayan masum insanlar, bu modern tankların, askerlerin önüne geçerek onlara “Ne olur atmayın, insanlar silahsızdır.”dediler. Kadınlar tanklara kırımızı karanfiller taktılar ama faydası olmadı. Gözünü kan bürümüş Rus ve Ermeni askerleri çocuk, genç, ihtiyar demeden herkese kurşun yağdırdı. Balkondan aşağı bakan, “Ne olmuş?” diyen yaşlı insan balkonda göğsüne giren kurşundan öldü, balkonda çocuklarının elbisesini toplayan 27 yaşında genç anne hayatını kayıp etti. Baki sokakları kıpkırmızı kana boyandı, sabah o kanların üzerine kırmızı karanfiller dizdiler, B. Vahabzade “Ağla, Karanfil Ağla” şiirini yazdı. O gece sokağa fırlayıp Rus askerlerine: “Atmayın, insanlar silahsızdır.” diyen gençlerden biri de yeni evli İlham idi. İlham hakkında yazılan gamlı öyküden şunları okuyoruz:
İlham Rusya’dan yeni gelmişti, askerlik görevi “Büyük Ana Vatan”da geçmişti. Şimdi karşısında gördüğü askerlerle iki sene bir yerde olmuş, onlarla bir masada yemek yemiş, harp talimi yapmışlar, çoğu ile arkadaş olmuştu. Olanlar onu duygulandırıyor, geçmişte bu arkadaşları ile yaşadıklarını hatırlıyordu. Yüreği çarpmaya başladı. Onlarla Rusça konuşup belki onları durduracağını bile düşündü. Ancak bu askerler onun arkadaşı gibi görünmüyordu. Rusça konuşunca anlaşabileceğini umdu. İlham’ın sözü ağzında kaldı. Ne olduğunu kendisi de bilemedi, birden bire gözleri karardı, canı kadar sevdiği toprağa düştü. Kulaklarında canı kadar sevdiği yol arkadaşı Ferize’nin sözleri çınlıyordu: “İlham, kurban olayım sokağa çıkma.”
İlham o gece şehit oldu, cennete uçtu.
Ferize ile İlham, 1989 yılının 30 Haziran’ında evlenmişlerdi. Komşu idiler, İlham’ın ailesi Azerbaycan’ın Karabağ bölgesindeki Ağdam şehrinden Baki’ye gelmişti. Ferize’nin ailesi Batı Azerbaycan’dan yani Ermenistan’dan gelmişti. Yakın komşuluk ilişkileri vardı. Ferize, İlham’ın bacıları ile bir mektepte okuyor, birbirlerinin evine gedip geliyorlardı. Bu arada İlham da bacılarının arkadaşı olan bu güzel, tatlı dilli kızı Ferize’yi seyr etmekten zevk alıyordu ve bir gün bacısına:- Ben Ferize’den hoşlanıyorum. Annemden sor, razı ise dünür gitsinler. Anneler görüşüp konuştular, şimdi sıra babalarda idi, ama İlham’ın babası 42 yaşında dünyaya “elveda” demişti. Erkek akrabalar dünür gittiler, nişan, düğün… Düğünden altı ay geçmişti, Ferize de, İlham da çok mutlu idi. Bu küçük aileye bir bebek gelecekti. Her ikisinin de sevinçten ayakları yere değmiyordu.
0 Ocak gecesi İlham eve yorgun geldi, sofraya oturmamışlardı ki dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı. İlham kendini dışarı attı. Evden ne kadar “Geri dön, şehir ateş içindedir, geri dön.” deseler de o dönmedi. Yoldan o anda geçen masum insanlara yardımım dokunur, diye düşünüyordu. Rus askerlerine, “Atmayın, insanlarda silah yoktur.” derken karnı ölüm kurşunlarıyla doldu, yere düşerken “Anne, seni istiyorum.” Dedi ve gözlerini ebedi kapattı.
Ağabeyi, akrabaları onun cenazesini hastanenin morgunda buldular. Ağabeyi onu kucağında eve getirdi ama Ferize’nin isyankâr sesinden evde duramadı. 20 Ocak hava kararmaya başlayanda İlham’ı bir köy mezarlığında toprağa verdiler. O gece Ferize başından aşağı petrol döküp kendini yakmaya çalıştı ama facia son anda önlendi. İlham’ın ağabeyi Ferize’ye, “Ne olur yapma, sen bize İlham’ın yadigârısın. Yüreğinin altında ondan bir parça taşıyorsun, yapma, söz ver yapmayacaksın.” Ferize’nin neft kokulu dudaklarından “Söz veriyorum.” sözü çıktıysa da bu sözün ne anlama geldiğini kimse bilemedi.
21 Ocak’ta devlet karar çıkardı: “Bütün Şehitler Hazar’ın kıyısında Baki’nin en yüce tepesinin üstünde, Dağüstü Park’ta defin edilecek.” O zaman İlham’ın naşı da mezardan çıkarılacak, Şehitler Hıyabanı’na gömülecekti. Bu haberi Ferize de duydu. Planı hazır idi. Gece intihar edecek, yarın İlham ile beraber ebedi yolculuğa çıkacaktı. Sabaha yakın gündüzden hazırladığı ilacını eline aldı, mutfağa geldi, düğün resimlerini masaya dizdi, baktı, baktı… Kâğıda şu cümleleri yazdı: “Kimse ağlamasın… Ben İlhamsız yaşayamam. Anne, ağlama, onsuz da bu…”
Cümlesini tamamlayamamıştı. Ferize’yi mutfakta yerde buldular. Konuşamıyordu, ama nefesi vardı. Hastaneye götürdüler. Hekimler ne kadar çalışsalar da Ferize’yi kurtaramadılar. O cennete İlhamını görmeğe gitti… Gitmeden parmaklarının işareti ile “Beni onunla bir mezara gömün.”dedi.
Onlar hakkında öykü yazan R. Semender şöyle diyor: “Onlar buluştular. Bu buluşma sevgililerin cennette vuslatı idi. Ne güzel vuslat… Ne güzel buluşma… Dünyanın en güzel mutluluğu idi bu görüş… Kim sevdiği ile böyle bir görüşe çıkabiliyor?”
22 Ocak’ta onları bir mezara gömmek istediler, ama imam izin vermedi. Önce Ferize’yi, sonra İlham’ı ayrı ayrı mezarlara gömdüler. Yüzlerini bir birine taraf koydular, aralarında sadece bir karış, bir avuç toprak vardı. Şimdi Baki’deki Şehitler Mezarlığı’na gidenler ilk önce kırımızı karanfilleri Ferize’nin mezarına koyarlar, sonra İlham’ın, sonra diğer şehitlerin. Aslında Ferize mezarında “mutludur”, doğmayan bebeği ve canı kadar sevdiği İlham’la birliktedir.
Azerbaycan’da evlenen gençler, İlhamla Ferize’nin mezarını ziyaret etmeden, onların sevgi kurallarına yemin etmeden nikâh masasına oturmuyorlar. Diyorlar ki, sevgimizin, sadakatimizin İlham ve Ferize aşkı olacağına yemin ediyoruz. Evet, bugün Azerbaycan’da seven gençler asıl sevgiyi sadakati onlardan öğreniyorlar.
Bir zamanlar İlhamla Ferize de Azerbaycan’daki binlerce gençten biri idi ama şimdi onları bütün dünya tanıyor. Onları dünyaya tanıtan ise onların ölmez aşkları, sonsuz sadakatleri oldu. Bugün Azerbaycan’da sevgililer günü 14 Şubat Aziz Valentin Günü değil, bugün kardeş diyarda, Türk elinde, Türk toprağında Kafkasların parlayan yıldızı Azerbaycan’da Sevgililer Günü 30 Haziran’dır. O gün İlhamla Ferize’nin ölmez sevgiye yemin ettikleri gündür. O gün İlhamla Ferize’nin sevginin kutsallığını, ebediliğini, muhteşemliğini dünyaya sergiledikleri gündür. O gün asıl sevginin ölmezliğinin kanıtlandığı gündür…
Tamilla Aliyeva
GÖKHAN’IN GÖZLERİ
Gülhane Askeri Tıp akademisi Hastanesi, alışılageldiği gibi, bölücü terör örgütünün faaliyetleri ile mücadele eden ağır yaralı askerlerle ile dolup taşmıştı. Türk insanı artık haberleri izlemek dahi istemiyordu. Gata’nın hekimleri ise haberleri izlese de izlemese de fidan gibi gençlerin yaralı bedenleri ile yüz yüze idiler. Onları iyileştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat hekimlerin de çaresiz kaldığı, kaderin acı hükmünü icra ettiği sahneler o kadar çoğalmıştı ki. Bundan böyle yaralıların hiçbirinin hayatı askere gitmeden önceki haliyle geçmeyecekti. Akrabaları, yarenleri, onları “en büyük asker bizim asker” nidaları ile uğurlamıştı. Gözlerindeki pırıltılar, geleceğe umut vaat ediyordu. O gözler ki nice güzeli görmüş, nicesine âşık olmuştu. O kadar güzel görmüş gözlerin sahipleri, henüz hiçbir güzelin elini tutmamış, bağrına kolları ile onları sarmamıştı. Belki ayakları güzellerin ardından yürümüştü fakat bir güzel yaklaşırken sesi bile çıkmamıştı.
Gökhan, gözlerindeki nemleri silmiş, ufuklara derin derin bakarak bir ah çekerek “Askerden bir döneyim, ona neler anlatacağım.” diye düşündü. “Onunla evlenmek istediğimi hiç tereddütsüz söyleyeceğim.” dedi içinden. Gökhan, Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği’ni bitirmişti. Trabzon’un Sürmene ilçesi Zeytinli köyünde dünyaya gelmişti. Ailesi kıt kanaat oğullarını kendilerine en yakın ilde okutmuşlardı. Üniversite puanı İstanbul’da okumaya da yeterdi ama Gökhan’ın ailesinin buna gücü yoktu. Köyde parmakla gösterilen çocukları için ne kadar iftihar etseler azdı. Gökhan’ın fakültede yıllardır sevdiği fakat bir türlü açılamadığı Begüm de kibar mı kibar, terbiye ve hanım efendiliği kendinde terkip etmiş dünya tatlısı bir kızdı.
Her gün olduğu gibi Asteğmen Gökhan sabah erleri toplamış, içtima aldıktan sonra; bölükle birlikte üsteğmen Ahmet’e tekmil vermişti. Üsteğmen Ahmet o gün arazi arama taraması yapılacağını söyledi. Mangalar halinde boş araziye dağılacaklar, kaya diplerine kadar mayın ve terörist arayacaklardı.
-“Ah” dedi, üsteğmen. Bataklıkta sivrisinek arattırmaktan bıkmadılar. Bataklığı kurutmayı düşünen bile yok.
Asteğmen Gökhan; -Komutanım. Terörle mücadele yapılmadan teröristle mücadele yapılabilir mi?
– Haklısın Gökhan. Bazı İstanbul gazetelerindeki köşe yazarlarını görmüyor musun? Bizlerle teröristleri bir görüyorlar. Biz bayrak dalgalansın diyoruz. Onlar bayrak yırtıyorlar. Yırtanla, dalgalandıran aynı kefeye konursa söz biter be kardeşim. Biz niçin ölüyoruz?
Gökhan, Ahmet komutana hak verir tarzda başını salladı. Yürümeye koyuldular.
Araziye çıkalı iki saat kadar olmuştu. Güneş tepeye doğru yükseliyor. Güney doğunun zehirli akrepleri de onlara arkadaşlık edercesine görünüp kayboluyorlardı. Yanlarına sıhhiye çantalarını almışlardı ama bazen bu yeterli olmuyordu. Zehirler için antidotları, tetanos için serumları, aşıları vardı. Nerdeyse her tim için yedek subay doktor da bulunuyordu. Fakat eksik olan bir şeyler vardı yine de. Eksik olanın ne olduğunu biliyordu her biri. Civandılar, merttiler, lâkin terörist mert değildi, namertti, pusuya yatardı. Kendilerine baş eğmeyeni çoluk çocuk demeden öldüre öldüre sindirmişlerdi. Üstüne üstlük, Türkiye için ordusu ha vardı ha yoktu. Ateş her gün bir yuvaya düşüyordu. Sönen ocaklar, dul kalan gelinler, yetim kalan yavrucaklar, evlatsız anneler babalar önemli değildi artık.
O gün de Gökhan, askerleri ile birlikte mayın arama tarama faaliyetini yürütüyor, bölüğün geçtiği her yerin yürünebilir güvenli olmasını sağlıyordu.
Askerliği sağ salim bitirirse Milli Eğitim Bakanlığı’nın veya YÖK’ün imtihanlarına girecek, yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapacaktı. Bu düşüncesini annesine ve sevdiğine de söyleyecekti. Herhalde “hayır” demezlerdi. Begüm’le nişanlanır, nikâh da yaptıktan sonra onu da götürürüm, diye düşündü… Ondan sonrasını hatırlamıyordu Gökhan asteğmen. Sanki etrafındaki konuşmalar derin bir dehlizden geliyordu.
Opr. Dr. asteğmen Cengiz: “Kardeşim beni duyuyor musun?” dedi.
Ne duyuyor ne duymuyordu Gökhan. Neredeydi? Komutanı arkadaşları neredeydi. Hiçbir şey hatırlamıyordu.
Gökhan önce mayına basmış, arkasından da birlik pusuya düşürülmüştü. Ahmet Teğmen de dâhil birçok Mehmetçik şehit düşmüştü. Önce Diyarbakır’a sonra helikopterle Etimesgut askeri hava alanına getirilmişti. Diğer yaralılarla birlikte Gata’da günlerce yatmıştı. Şimdi yeni yeni hafızası yerine geliyordu. Duyduğu sesler Dr. Cengiz’in müşfik, o denli de üzüntülü kardeşçe sesi idi.
-Duyuyorum komutanım dedi, gayr-î ihtiyari, duyuyorum.
Dr. Cengiz’in boğazı düğüm düğüm olmuş nerdeyse konuşamayacaktı. Kesik ayağı ile iki gözü de artık göremeyecek olan Gökhan’a bakıyordu.
Gökhan, mayın patladığında iki ayağını ve yerden sıçrayan mayın parçaları ile de gözlerini kaybetmişti.
Dr. Cengiz:
– Gökhan asteğmen artık yürüyemeyeceksin. Onlar koptular dedi.
Gökhan, biraz durduktan sonra:
-Olsun komutanım ayaksız da yaşarım dedi.
Dr. Cengiz, tam gözlerinin de görmeyeceğini de söyleyecekti ki. Gökhan aceleyle sordu.
-Komutanım, gözlerime bir şey olmadı değil mi? Gözlerime? Ben elektrik elektronik mühendisiyim komutanım. Onlarsız yaşayamam. Onlar benim beynim gibidir. Gören beyinlerim onlar. Göreceğim değil mi? Onlar çok lazım komutanım, nolur?
Dr. Cengiz, konuşamıyor, ağlıyor; sesini Gökhan’a duyurmak istemiyordu. Dr. Cengiz, kendini tutamıyor, “keşke hekim olmasaydım” diyordu. Kendilerine bu acıları yaşatanlara sebep olanlara lanet ediyordu. Bu acıları görmeyenler, gazileri şehitleri ne kadar hafife alıyorlardı. “Bu dünyanın bir de ötesi var.” dedi. “İlahî adalet karşısında hangi yalanları söyleyecekler bakalım. Gerçekleri halk tam olarak bilmiyor.” dedi.
Gökhan’ın sesi gittikçe hıçkırıklarla karışık feryada dönüşüyordu:
-Komutanım! Görmeyecek miyim yoksa! Görmeyecek miyim?
Dr. Cengiz ne diyeceğini bilemez halde, hayatının unutamayacağı çaresizliğin girdabında boğulduğu bir anı yaşıyordu. Cevap alamayan Gökhan’ın gözleri, sicim gibi kanla karışık gözyaşları ile dolup taşıyordu. Cengiz, Gökhan’ın sicim gibi kanlı gözyaşlarının bir gün kimler için sicim olacağını düşünerek, kaçarcasına odadan uzaklaştı. Dr. Cengiz, Gökhan’ın bir çift kuyuyu hatırlatan gözlerine düşmemek için koşuyordu.
Kulaklarındaki o ses, hiç eksilmedi. Hiç de eksilmeyecekti.
-Görecek miyim Komutanım? Gözlerim bana lâzım çok lâzım komutanım n’olur.
Türkiye’de yaşananları görmemekte anlamamakta ısrar edenlerin gözlerinden kanlı yaşlar gelene kadar, Mehmetçiklerin ve ailelerin gözyaşları kanlı olmaya devam edecekti.
Hilmi ÖZDEN