Mine Yıldırım’ın Birikim Dergisi’nde ‘Hayvan Deneyleri Yasalaşırken Yeni Tecrit ve İtlaf Pratikleri’ başlıklı yazısı şöyle:
*Hayvan Deneyleri Yasalaşırken Yeni Tecrit ve İtlaf Pratikleri
Hayvan üzerinde deney yapılması, tıp tarihine içkin, onun kadar uzun bir tarihe sahip. tıp tarihi dediğimizde, sınırlarını dini, toplumsal, kültürel, düşünsel farklılıklarının çizdiği bir tarihsel kesitten söz ediyorsak, hayvanlar bu kesitin en önemli bileşeni. Hem bilginin ve bilgi üretiminin oluşturduğu ekonominin nesnesi, hem de insan-hayvan arasındaki ayrımın kurulduğu düşüncenin dayanağı olarak. Bu kesit, farklı coğrafyalarda farklı gelişim ve dönüşümler gösterse de, bugün hayvanın akademik bilgi ve meta üretimine tabi olma biçimlerinin belirlendiği tarihsel-toplumsal tecrübenin, batı modernitesini kuran ayrıştırıcı pratiklerle geliştiğini söylemek mümkün.
Bugün hayvan deneylerini, insan ile hayvan arasındaki yakınlık tecrübesinin içinden, insan bedenine benzer ama farklı bir forma dair bilgiye haiz olma sonucu gelişmiş bir uygulama olarak düşünmek, pratiğin özündeki kullanma, ele geçirerek içselleştirme, tüketerek katletmeyi görünmez kılmak, bu pratiği hem modern insanı kuran öznellik anlayışından; hem de endüstriyel üretimle birlikte aldığı dönüşümlerden azade düşünmek anlamına gelir. Hayvan deneylerini, yalnızca uygulamalı etiğin ilkeleri bağlamında, kültürel biriciklik ekseninde, insan ile hayvan arasundaki mesafenin endeksiyle, tarihdışı ve kötülüğe meyyal insan doğası anlayışıyla, ya da yalnızca hayatın ve ölümün istimlakı üzerinden düşünmeyecek olmamızın nedeni de, bütün bu dinamiklerin kurucu birlikteliği ve biraradalığı.
Hayvan deneyleri, bu kurucu dinamiklerin bir araya gelme ve farklı coğrafyalarda farklılaşma mantığına bakmak için aralamamız gereken bir kapı. Bu aralıktan baktığımızda, hayvan üzerinde deney yapmanın yalnızca tıp tarihinin merhamet yoksunu sayfalarından zaptedilmiş bir bilgi birikimi olmadığını; farklı coğrafyalardaki doğa-kültür farklılaşmasının temelinde yer alan, öznelliğin yasal, maddi ve gündelik, ilişkisel üretiminin altında yatan çelişkilerden ve farkılaşmalardan mütevellit olduğunu görüyoruz.
Hayvan deneylerini mümkün kılan ve üzerinde temellendiği farklılaşmaları (sınıfsal, kültürel, ideolojik ve dinî), Batı toplumları için hukuksal-ekonomik-politik düzenlemenin mantıksal yapısına; Batıdışı coğrafyalarda bu düzenlemenin çapraşık, toplumsal tecrübesi ve yarattığı formlar açısından Batı’dan farklı, zamansal olarak Batı’dan geç, biraraya gelme mantığı enformellik, düzensizlik ve uyumsuzluklarla örülü ancak son derece etkili dinamikler ekseninde değerlendirmeye çalışmak son derece önemli. Özellikle Türkiye gibi hayvan deneyinin yasallaşması sürecinin hâlâ politik mücadele konusu olduğu, sokak hayvanlarının masrafsız, ya da bedava hammadde, denek, biyokütle olarak görüldüğü ülkelerdeki hayvan kurtuluşu siyasetinin dönüştürücü potansiyellerini kuvvetlendirmek açısından.
Bugün Türkiye’de hayvan deneylerinin yasalaşmasını öngören tasarının arkasında, 5199 nolu Hayvanları Koruma Kanunu başta olmak üzere, ona eşlik eden, başlıca uygulama alanları şehirler olan pek çok yasa tasarısı ve değişikle birlikte (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu, Orman Kanunu, Mera Kanunu başta olmak üzere) insan-hayvan ilişkisine, hayvanın kamusallık fikrine ve tecrübesine içkin varlığına, bu tecrübeden doğan, sokak hayvanını besleme, tedavi ettirme ve kurtarmaya dayalı pratik, formlara ve yapılara darbe vuran bir dizi hukuksal düzenleme yatıyor. Hayvan deneylerinin yasa tasarısı haline gelmesine varıncaya dek katedilen hukuksal yollar, hayvanların Türkiye’de kentsel dönüşüme, rant ve sermaye birikimine, doğa yıkımıyla birlikte kuvvetlenen küresel kapitalizme entegreasyonuna içkin bileşenler olduğunu bir kez daha gösteriyor. Son beş yıldaki kanun değişiklikleri bunun en iyi örneği: 2010 yılında değiştirilen 6831 sayılı Orman Kanunuyla (17/3 ve 18. maddeler) ormanlar Çevre ve Orman Bakanlığınca belirlenen durumlarda ve ek gerekçe gösterilmeksizin imara, enerji üretimine, katı atık bertaraf tesislerine ve hayvanların toplu halde terk edileceği yerler olarak tasarlanan “doğal yaşam parklarına” açılırken; 2012 yılında kabul edilen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunla birlikte, “uygulama alanı” adı verilen kentsel dönüşüm mahallerinde mutenalaştırmanın hayvansızlaştırmayla birlikte yürümesi de yasallaşmış oldu.
Bu kanun, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden, Büyükşehir Belediyesi ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı gibi büyükşehir alanının tümüne müdahele edecek birimleri yetkili kılarken, dönüşüme tabi kılınacak alanların belirlenmesini ve Hazine’ye devredilmesini TOKİ aracılığıyla gerçekleştirilmesini öngörüyor. 2012’den bu yana yalnızca İstanbul’da 27 alan/ilçe afet riski altındaki alan ilan edilirken, bu alanların “iyileştirilmesi”, “tasfiyesi”, “yenilenmesi” süreci sokak hayvanlarının belediyeler eliyle zehirlenmesi, toplatılması, bir kısmının doğrudan itlaf edilmesini, büyük bir kısmının ise ormanlara[1], şehrin giderek dışına ve sınırlarına doğru tehcir edilmesini barındırıyor. Sokak hayvanı tehciri, bugün İstanbul’da kentsel dönüşümün oldukça az konuşulan, ancak içine çekildiği toplumsal çelişkiler ve şiddet sarmalı açısından son derece önemli bir bileşeni: Büyükşehir Belediyesi ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı gibi büyükşehir alanının tümüne müdahale edecek birimlerin yetkili kılındığı, imara açılan alanlardaki uluslararası sermaye birikimi ve yoğunlaşmasıyla yerleşimin alt üst edildiği, etnik farklılıkları kesen, yerinden etme, zorla göç ettirme politikalarının uygulandığı, kent yoksulluğunun yeni bileşenlerinin şehir alanındaki güvenlik söylemleriyle kriminalize ve marjinalize edildiği bu süreç, hayvanların içine çekildiği ve giderek daha fazla tahammüden şiddete, taciz, işkence, tecavüze maruz kaldığı da bir süreç.
Bütün bu mekânsal arkaplan dönüşümlerine ek olarak, ilk olarak 2004 yılında TBMM Genel Kurulunda kabul edilen, geçtiğimiz sene TBMM Çevre Komisyonunda görüşülerek bazı değişikliklerle birlikte hemen hemen tamamlanan 5199 nolu Hayvanları Koruma Kanunu da sürecin yalnızca hayvanların şehir merkezinden uzaklaştırılmasından, kapatılmasından ve hatta itlafından ibaret olmadığını gözler önüne sermiş oldu: Kanunun 9. ve 17. maddeleriyle ve 19.06.2014’te yapılan mevzuat değişiklikleriyle Türkiye’de “hayvanlar üzerinde yapılacak deneysel çalışmaların, Avrupa Birliği direktif ve prensiplerine uygun olarak etik kurullarınca düzenlenen eğitim programlarına katılarak deney hayvanı kullanım sertifikası alan araştırmacılar tarafından yapılması” tasarı haline getirilmiş oldu.
Böylece, Hayvanları Koruma Kanunu’nun temelinde yatan sahipli ve sahipsiz hayvan ayrımına binaen, sahipsiz olarak adlandırılan sokak hayvanlarının yerel yönetim eliyle itlaf edilmesi; geri kalanların şehir alanının dışına ve sınırlarına, zaten imara açılmış olan ve hayvan yaşamına uygun olmayan, insan yerleşiminden ve erişiminden uzak, ormanlara, kıyılara, meralara, otoyol kenarlarına ya da Afet Yasası’yla birlikte mahalli yapısı ve yerleşimin tahrip edilen ve şantiye alanına dönüştürülmüş olan semtlere terk edilmesi; geri kalan sahipsiz hayvanı nüfusunun denek olarak kullanılarak tüketilmesi de ilk kez sistematik, yasal ve formel hale getirilmiş oldu.
11 Haziran 2013’te Avrupa Birliği ülkelerinde hayvan deneylerinin yasaklanmasıyla da, Türkiye’de giderek şiddetlenen sehirlerin sokak hayvanlarından arındırılması sürecinin ardında yatan ekonomik ve toplumsal mantık da daha açık bir biçimde ortaya çıkmış oldu: Sokak hayvanları, başta AB ülkeleri olmak üzere, tıp, ilaç, kozmetik, biyokimya, boya ve silah endüstrilerinde özellikle in vivo, canlı hayvan deneylerinin mevcut yasal kısıtlamalar ve etik düzenlemeler nedeniyle giderek maliyetli hale gelmiş olan ülkelere ucuz, neredeyse masrafsız hammadde olarak tedarik edilebilecek. Avrupa piyasaları daralmış, hayvan işlemeye dayalı pek çok sektörün üretimlerini (deney, deri ve kürk başta olmak üzere) Türkiye, Kore, Çin gibi hayvan itlafının Batı dışı yollarını kusursuz bir şekilde geliştirmiş ülkelere kaydırmasnda, bu ülkelerdeki hayvan işleme tesislerindeki denetimin yetersiz olmasının, ve bu sektörlerdeki enformel emek sömürüsünün, dolayısıyla sermaye birikiminin korkunç boyutlara varmış olmasının da payı büyük.
Yeni orta sınıfın sokak hayvanıyla ilişki kurması imkansız hale getiriliyor
Bu sürece paralel olarak işleyen toplumsal mantık da, hayvana yönelik şiddetin giderek daha görünmez kılınmasında saklı. Yerel yönetimler, bir yandan sokak hayvanlarının, özellikle köpeklerin, neden olduğu iddia edilen güvenlik, sağlık, hıfzıssıhha sorunlara acil çözüm götürnenin oluşturduğu söylemsel kalkanını kuvvetlendirirken; bir yandan da, özellikle kentsel dönüşümle mahalli yapısı ve yerleşimi alt üst edilmiş, buna karşı yürütülen politik muhalefeti kriminalize ederek mutenalaştırdığı alanlarda, yeni şehirli vatandaş kimliği inşasını da örgütlüyor. Köpeksizleştirilen semtlerin kentsel dönüşümle birlikte rant artışının görüldüğü semtler olduğunu, buralardan uzaklaştırılan mahallelerin yerine yerleştirilen yeni orta sınıfın sokak hayvanıyla ilişki kurmasının mekansal olarak da imkansız hale getirildiğini düşünecek olursak, yine bu semtlerde sokak hayvanı bakımının terk edilerek, insan-hayvan ilişkisinin evcil hayvan bakımıyla sınırlı, hayvanın kamusal varlığı anlayışından uzak, haneye ve özel mülkiyet hukukuna dahil hayvan sahipliği etrafında örgütlenen öznel, ekonomik, kültürel aidiyetlerin revaçta olması da tesadüf değil.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Sarıyer, Kısırkaya’da inşa ettiği, içinde hayvan deneylerinin yapılacağı laboratuvarların ve hayvan yakma odalarının (krematoryum) yer aldığı, 20.000 hayvan kapasiteli tecrit ve itlaf merkezi de, Türkiye’de Batıdaki modellerinden yaklaşık iki yüz yıl sonra hız kazandırılan şehirlerin hayvansızlaştırılmasının arkaplanını oluşturan hukuksal, ekonomik, mekansal ve politik mantığın nasıl bir dönüşümden geçmekte olduğunun, yeni Türkiye’nin şehircilik anlayışındaki tahrip edici uygulamaların ne yollarla ve hangi itkilerle enformelliği, mevzuata aykırılığı, hayvana yönelik şiddet, katliam ve kanunsuzluğu kanunsallaştırdığının en iyi örneklerinden biri.
Hayvanlar üzerinde deneyin yasalaşması süreci, bir kısmı doğrudan itlafla, bir kısmının şehir içinde tehcirle ve toplu uzaklaştırmalarla ormanlarda, otoyollarda, tecrit merkezlerinde itlaf edilen sokak hayvanların üniversite ve araştırma-geliştirme laboratuvarlarına kapatılarak katledilmesinin önündeki son engelleri de kaldırmış oldu. Yeni Türkiye, bütün doğal varlığına dahil hayvan yaşamı üzerinden de küresel kapitalizme entegre olmayı ihmal etmezken, sokak hayvanları için sonun başlangıcı olan sürece girmiş bulunuyoruz. Ne yazık ki hayvanların içine çekildiği süreç, maruz kaldıkları şiddetle sınırlı da değil: Kentsel dönüşüm adı altındaki rant arttırımı ve paylaşımı, giderek yoğunlaşan uluslararası sermaye ve yatırım ağları arasında imha edilen şehir kamusallığı, sarsıcı şiddet, yoksullaşma, ayrıştırılma ve dışlanma tecrübelerini arttıran yersizleştirme politikaları, bunun içinde akla, hayale, ruha sığmayacak hayvana yönelik şiddet hikayeleri. Hayvanların deneylerde kullanılması böyle bir ilişkiler ağının, belki de ekonomik itkilerin güdümündeki en kuvvetli parçalarından biri.Bu nedenle de, hayvan deneylerine karşı yürütülen mücadeleyi, kentsel dönüşümün hayvansızlaştırma üzerinden şekillenen dinamiklerin bir parçası olarak düşünmek ve AKP iktidarının mekan politikalarına karşı politik direnişin içinde örgütlemek Türkiye’deki hayvan özgürleşmesi mücadelesi için son derece önemli. Aynı şekilde, kentsel dönüşüme, ranta ve sermayenin şehir alanındaki operasyonlarına bu denli içkin, sarsıcı pratikler ve şiddet tecrübelerinden ibaret hayvan tehcir, tecrit ve itlaf hareketlerine karşı mücadelelerin de, AKP iktidarına karşı örgütlenen direnişe mutlaka dahil edilmesi gerekiyor. Bu, hem infazı bir kez daha yakılmış hayvanlar için, hem de yeni Türkiye’ye biçilen başkasıyla, güçsüz ve kanunun dışında olanla, kamusal alanda ilişkilenme aralıkları örselenmiş, başkasına şiddeti kanıksamış özne modeline karşı çıkmak için son şansımız.
[1]İstanbul’da şehrin kuzeybatısında kalan, 3.Köprü ve 3. Havalimanı inşaatıyla hızla yok edilen Kuzey Ormanları; ve Anadolu yakasındaki su kaynakları, sazlık alan ve biyolojik çeşitlilik açısından zengin olan, bugün kentsel dönüşümün İstanbul’un doğusundaki cephelerini oluşturan Alemdağ, Kayışdağı, Taşdelen Ormanları hem Büyükşehir hem ilçe belediyeleri tarafından yoğun olarak sokak köpeklerinin terk edildiği yerler olduğunu düşündüğümüzde, hayvan hareketlerinin ormanların içinden geçtiği sürece ne denli içkin olduğu ve bu süreçle şekillendiği daha net görülebiliyor.
* Birikim Dergisi’nden alınmıştır
https://www.youtube.com/watch?v=depZ8xAwTv8