AYNURE

0
3077

 

Hocalı’da öldürülenlerin anısına…

 

Evlerinin önündeki yemyeşil bahçe, bahçedeki meyve ağaçları, soğan, marul, domates ektikleri küçük bostan Reşit’in de ailesinin de en sevdiği yerlerdi. Aynure okuldan geldikten sonra bahçeden hiç çıkmazdı. Ders çalıştığı oda bahçeye bakardı. 14 yaşlarındaki güzel, masum yüzlü, siyah örgülü saçlı Aynure penceresinden baktığında en çok da tavukların yem arayışlarını severdi. Kedisine, köpeğine toz kondurmazdı; ama kedi de köpek de ailenin ortak mallarıydı. Zaten babası Reşit bulmuştu köpeği. 16 yaşına yeni giren ablası Zöhre ile birlikte bakarlardı. Beyaz tenli, siyah gözlü Celile ise evin her şeyiydi. Örme, dikme işleri onundu; evin kışa, bahara hazırlığı, ailenin ihtiyaçlarını arama, bulma hep onun işiydi. Reşit’in tarlada ekip biçtikleri, sebzeleri, meyveleri toplaması, topladıklarının bir kısmını evine diğerini pazara götürmesi, ağaçların budanması; marangozluk işleri de onun işiydi. Aile mutluydu, umutluydu. Hepsi de topraklarını seviyordu. Atalarının, dedelerinin mezarları bu topraklardaydı. İşlerine dört elle sarılmışlardı. Kimi zaman 10 km batıda Hankenti’ne, kimi zaman da 15 km aşağıda Ağdam’a giderlerdi. Ahbapları, dostları vardı oralarda. Ta ki katliam gecesine kadar…

Gündüz kar serpintili olmasına rağmen gece şiddetini artırmıştı tipiyle birlikte güz mevsiminin habercisi Ekim sonlarında. Sovyetlerin 366. Zırhlı Alayının Kerkicahan’a yerleşmesinden sonra, Karabağlı hiçbir Türk kalmadığı için, en korunaklı konağa gelip yerleşmişti Ermeni güçlerine kumandanlık yapan Serj Sarkisyan. Şömine ayrıca döküm ve kalın sacdan yapılmış büyük soba da yanmasına rağmen sıkı giyinmişti dört komutan. Sarkisyan odanın ortasındaki masaya serili haritayı incelerken bir taraftan da kulağı telefondaydı. Başkan Robert Köçeryan’dan son talimatları bekliyordu.

Rus Yüzbaşı Valantin cebinden küçük not defterini çıkardı: ‘Komutan  Sarkisyan, dedi, emrettiğiniz gibi Hocalı hakkında bütün bilgileri topladım. Komutanın eldivenli işaret parmağı tam da Hocalı üzerindeydi.

 

‘Seni dinliyorum yüzbaşı.’

‘Hocalı’nın nüfusu 11 bin 356 kişiymiş. Kasabada tam 2 bin 605 aile yaşıyormuş. Yeni doğmuş bir aylık çocuk da var seksen hatta doksan yaşında insan da… Hepsi zaten ya hayvancılık yapıyor ya da toprağı ekip biçiyor. Gençlerden iş bulmak için Bakü’ye de giden var diğer şehirlere de… Bir de şunu öğrendim komutanım, kasabanın yüzölçümü pek de fazla değil… Hepsi hepsi 936 km2’lik bir kasaba.’

 

İki elini haritada Ağdam ve Hankenti‘nin üzerine koymuş, gözlerinde zaferin heyecanıyla: ‘Çok güzel yoldaş, çok güzel! Amma asıl güzel olan şu ki Hankenti ve Ağdam’ı birbirine bağlayan şu yolu, şimdi gelecek emirle kapatırsak, ondan sonra işimiz çok kolay olacak!.. Şimdi sana bırakıyorum teğmen!’

Üzerinde kalın palto, başında kalpak olmasına rağmen yanakları ve burnu soğuktan kızarmış teğmen, emredersiniz diyerek söze başladı: ‘Doğu yönündeki şu gördüğünüz Askeran kalesinin önünden, batı istikametinde 10 km ileride bulunan Hankenti’ne gidiş ve gelişleri keseceğiz!’

‘Sen ne dersin Zori?’ dedi komutan. ‘Ben de zaten bunu demek istiyordum. Yol bu iki noktadan kesilirse bu pis Türkler Hocalı’dan dışarı çıkamazlar!’

‘Hiç tereddüt etmeyelim.’ dedi Monte Melkonyan.

‘Sen bu işleri iyi bilirsin Monte.’ dedi yüzbaşı, bu dağlarda az adam kovalamadın!’

‘Elbette iyi bilirim. Bu bir öç alma eylemi olacaktır. Uzun zamandan beri bölgede yoldaş  Ermeni askerlerime komutanlık yaptım. Kardeşim Markar’da benimle beraberdi. Yüzbaşım biz bu dağlarda ırkımın destanını yazacağız; ve ben bir gün ölürsem, kardeşime vasiyet ettim. Bütün yaptıklarımızı ‘Monte Melkonyan’ın Yolu’ ismini verdiğim kitapta yayınlayacak!’

Komutan merakla ve zevkle dinledi Monte’yi, ‘Müthişsiniz yoldaşlar! dedi, Sizler Hay ırkının onurlu savaşçılarısınız!  Ermenistan topraklarını işgal etmek neymiş anlayacaklar. Bu Türkler bizim şaka yaptığımızı sanıyorlar herhalde. Vatan topraklarımızı tekrar ele geçirmek için karşımızda kim olursa olsun, ister asker ister sivil, hepsi hak ettikleri cezayı alacaklardır! Bütün dünya şunu anlamalıdır ki, Hocalı bizim için stratejik bir amaçtır!  Aynı zamanda bir öç alma eylemi olacaktır!’

Konuşma diğer komutan ve subayların kanlarını kaynatmıştı. Sarkisyan’ı bu yüzden seviyorlardı. İnandırıcı ve etkileyiciydi.

Teğmen sobaya odun atarken telefondan iniltili bir ses geldi. Herkes durdu, göz göze geldiler, güldüler. Sarkisyan konuştu: ‘Her şey hazır efendim, emirlerinizi bekliyoruz. Emredersiniz!’

Daha ahizeyi yerine koymadan, ‘Arkadaşlar emir gelmiştir, dedi, Planın tatbikine geçiyoruz. Unutmayın bu gün 30 Ekim 1991. Bu günden itibaren Hankenti-Hocalı-Ağdam karayolu ulaşıma kapatılmıştır!’

Yüzbaşı, Monte ve teğmen derhal telsizleriyle emri bildirdiler. Birkaç saat içinde yolun her iki tarafı kapatılmıştı. Havanın soğuk, akşam karanlığının çökmesi, sivil halkın da evlerine çekilmesi nedeniyle durum pek anlaşılmadı. Aslında yolun kapatılması ertesi gün de pek anlaşılmadı; fakat daha sonraki gün iş değişti. Kasabanın hemen yanındaki havaalanına dışarıdan yolcuların gelmesi de engellenmişti. Hankenti’nde işi olanların yola çıkıp dönmesi, hasta olanların hastaneye götürülememesi, mallarını satmak için şehre götürenlerin geri dönmesi küçük kasabayı bir anda telaşlandırdı. Rus ve Ermeni güçlerinin zaman zaman halkı taciz eden baskınları, korkutmaları oluyordu, bunu da onlardan biri sandılar. Ancak askerlerin, kendilerine itiraz eden altmış yaşlarında bir Hocalıya acımasız davranmaları işin ciddiyetini göstermişti. Hastaların evde bakımı zordu, satılacak mallar elde kalmıştı.

Celile ve Reşit kızları Aynure’nin bir haftadır devam eden mide sancısına kasabanın otacısı elinden geldiğince tedavi etmişti. Zehirlenme demişti ama sancı halen devam ediyordu. Aynure’nin siyah, parlak gözleri bir haftada çökmüştü. En çok sevdiği uzun siyah örgülü saçlarına el vurmamıştı. Ablası Zöhre o gün elbiselerinin giymesine yardım etmişti kardeşine. Reşit ne olursa olsun hastaneye götürecekti. Hanımı Celile’yi de alarak yolun kesildiği noktaya kadar gittiler.

Kontrol noktasında tesadüfen komutan Monte Melkonyan da ordaydı. Teğmenle konuşuyordu. Kalabalık askerler de etrafı gözlüyordu. Reşit, kızın hasta olduğunu Monte’ye yalvararak anlattı, izin istedi. Monte sert çehresi, siyah, çatık kaşları ve siyah iri gözlerini Aynure’ya dikti. Solgun kızın yüzünü okşadı, elini karnına götürdü: ‘Buran mı ağrıyor güzel kız?’ dedi. Reşit, Celile gerildi, sinirlendi ama bir şey yapamadılar. Teğmen, ‘Bir askeri peşlerine takalım gitsinler,’ dedi. ‘Hayır teğmen, bu güzel kızı ben götüreceğim doktora.’ dedi ve  kızı kendine çekti. Celile Monte’nin bileğine sarıldı:’ Hayır! Biz olmadan hiçbir yere götüremezsin!’ dedi ve elini itti. Monte sinirlenmişti. Bu hareketi beklemiyordu. Celile’ye bir tokat attı. Reşit Monte’nin üzerine saldıracakken bir asker tarafından kuvvetli bir dipçik yedi, yere düştü. Celile olacakları çoktan sezmişti. İki kızını çekti, yere düşen Reşit’i kaldırdı, kasabaya doğru giderken, bağırarak: ‘Bunun hesabını vereceksiniz! Allahınızdan bulun!’ Monte alaycıydı. O da arkalarından bağırıyordu: ‘Görüşeceğiz! Daha işimiz bitmedi! Hocalı’dan sağ çıkamayacaksınız! Söyleyin Muttalibov’a gelsin sizi kurtarsın!’

 

Bu ve buna benzer insanları aşağılayıcı hareketler, tacizler hafta boyunca devam etti. Özellikle gençler buna dayanamıyordu. Bir araya geldiler ve yolu açmak için kontrol noktasındaki on kadar askerle cebelleştiler; fakat bir anda dört yüz beş yüz asker peydahlandı ve gençlerin üzerine yürüdü. Bütün kasaba onlara bakıyordu. Ağır silahlı dört yüz asker… Hocalılı gençler ne olduğunu şardı, kaçmaya başladılar. Dayak yiyen oldu ama en azından o gün ölen olmamıştı.

 

Hocalı çaresizdi. Yiyecek girişi çıkışı engellenmişti. İlaç, doktor, hemşire, ebe bulamadıkları için ölüme terk edilen hastalar vardı. Yavaş yavaş açlık baş göstermişti. Kasabanın en yaşlılarından  seksen yaşlarındaki Mehdioğlu Azim, aynı yaşlarda İmamkulu Salah,  Bahaduroğlu Enver, kadınlar, öğretmen bir araya geldi ve ne yapacaklarını görüştüler. Öğretmen dedi ki: ‘Bu yolu mahsus kapadılar. Bizi açlığa terk edecekler. Daha bir ay önce devletimiz bağımsızlığımızı ilan etmişti. Kendi başkanımızı seçtik ya asıl mesele bu. Bunu kabul edemiyorlar.’

 

Öğretmen haklıydı. Karabağ’da yaşayan Ermeniler Azerbaycan’ın bağımsızlığını bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Kendi yaşama haklarının elden gideceğini düşündükleri için isyanlar çıkartıyorlardı. Sovyetler ise 75 yıllık Komünist rejimini geride bırakmış; fakat iç kargaşalar, bağımsız olmak isteyen devletlerin kıpırdanmaları, ekonomik değişim, ülkedeki yoksulluğun su yüzüne çıkması bir zamanların en büyük ve en kuvvetli imparatorluğunu çok zor durumlara düşürmüştü. Oysa bir tarafta da Rus edebiyatı, Rus sanatı ve sanatçıları gelinen bu noktayı asla kabul etmiyordu. İşin en ilginç tarafı Batılı ülkeler bu olayları sessizce izliyordu. Rusya’nın tamamen yıkılmasını mı yoksa tekrar ayağa kalkmasını mı istiyorlardı belli değildi. Onlar sanki pusuya yatmış bekleyen çakallar gibiydi.

Azerbaycan’da bağımsızlık ilan etmiş ve yeni başkan seçilmiş Ayaz Muttalibov Hocalı’da yolun kapatıldığını, havaalanının abluka altında olduğunu biliyor fakat bir şey yapamıyordu. Bu iş silah, asker, ordu ile yapılırdı. Oysa devlet henüz buna hazır değildi. 75 yıllık esaretten yeni kurtulmuşlardı. Bunu bilen Rus ve Ermeni silahlı güçleri, hiç beklemeden harekete geçtiler. Toplanan kasabalılar asıl bunu düşünüyordu: Bundan sonra ne yapabilirler? Toplananlar arasında kadınlardan en ateşli olan Mehmetkızı Meruze: ‘Durmayalım, silah bulalım, karşı koyalım!’ dediyse de elden gelen bir şey yoktu. Değil silah, yiyecek bile bulamıyorlardı. Düşünceler arasında güney yönündeki dağlara kaçıp yardım getirmeyi isteyenler de oldu; ama bu şu anda imkansız görünüyordu. Her taraf Rus ve Ermeni asker tarafından kuşatılmıştı.

 

Aradan 20 gün geçmişti. Reşit bin bir zorlukla Hocalı’ya en yakın köylere gidip, ne durumda olduklarını öğrendi. Geldiğinde asıl felaket haberini o verdi: Bütün köyler ve yollar tek tek Ermeni askerleri tarafından ele geçirilmişti. Bu haber kasabaya bomba gibi düştü. İşin ciddiyeti şimdi daha iyi anlaşılıyordu. 36 yaşındaki Cennetinoğlu Ekber cesurdu ama çaresizdi. Güneydeki dağları aşıp, Özel Polis Gücü komutanı Elif Hacıyev’i bulmak ve köylerin dahil Hocalı’nın kuşatıldığını haber vermek istedi. 160 kişilik hafif silahlı polisten  oluşan bu yerel milli birliğin, 200 kişilik ayrıca bir savunma gücü daha vardı. Şimdilik tek umut buydu. Ama Ekber nasıl gidecekti ve nereden gidecekti. Reşit vazgeçirmek istedi ama olmadı. Yanına kamdan başka hiçbir silah alamadan gece karanlığında yola çıkan Ekber; ıssız, karanlık ve sadece köpeklerin havladığı yoldan geçtikten sonra Karabağ dağlarından doğup Ağdam- Hankenti istikametinde yola paralel akan Tartar ırmağının en dar yerinden hafif ıslanarak karşıya geçti ve ürkütücü ormanların içine daldı. Hocalı umutsuzluğunu, kimsesizliğini kırmak istiyordu ama nafile. İki gün sonra yarı baygın vaziyette her tarafı mermilerden delik deşik olmuş, sürüne sürüne kasabaya geldi Ekber. Doğru dürüst konuşamadı, ne olduğunu dahi anlatamadı. Ertesi gün kan kaybından şehit oldu. Hocalılar için durum düşündüklerinden de vahimdi.

 

Hocalı halkının dünyayla irtibatı kesilmişti. Ne haber alabiliyorlardı ne de haber gönderebiliyorlardı. Kasabanın kaderi… Çarlık döneminde de böyleydi Sovyetler döneminde de… Zaten eğer burada havaalanı olmasaydı haritada hiç kimse Hocalı diye bir yerin olduğunu bilemezdi. Hocalı’yı önemli yapan işte bu havaalanıydı. Hankenti ve Ağdam arasında Ruslar için de Ermeniler için de önemli bir yer. Ne yazık ki bu topraklar da Türkler’e aitti.  Bunu en iyi yine öğretmen dile getirdi. 75 yıldır Sovyetlerin Komünist rejimiyle idare edildiklerini, köylünün sefaletten kurtulamadığını, oysa işini yürütenlerin çok iyi yerlere geldiklerini, söyledi. Reşit ise kendisine yirmi yıl önce  böyle bir teklifin geldiğini, partiye üye olması halinde, daha iyi şartlarda yaşayabileceğini, anlattı. Ama Reşit bu şansı bilerek kullanmamıştı.

 

Dünyayla haberleşemeden geçen yirmi günden sonra kasabada bir söylenti yayıldı. Herkes merakla bunu bekliyordu: Hükümet yetkilileri bu kadar süredir haber alamadıkları Hocalı kasabasına, tek ulaşım aracı olan helikopter gönderecekmiş! Söylenti doğruydu. 20 Kasım günü kasabalılar helikopteri havada görünce düğün bayram etti. Herkes havaalanına doğru koşuyordu. Ama düşündükleri gibi olmadı. Havaalanına inecek diye düşünülürken, Rus silahlarını tepelere çok iyi saklayan Ermeni askerler ateş açmaya başladılar. Üç yerden yoğun ateş açıldı. Önce önemsiz yaralar alan helikopter, hiç beklemediği anda motorunun alev almasıyla güney yönündeki dağlara doğru düşmeye başladı. Biraz sonra müthiş bir gürültü duyuldu ve simsiyah dumanların gökyüzüne çıktığı görüldü. Ne yazık ki yerden ateş açılması sonucunda düşürülen helikopterde, 20 kişinin öldüğü çok sonraları duyulacaktı.

 

Komutan Serj Sarkisyan, karargah olarak kullandığı konakta yaptığı bu önemli toplantıya yüzbaşı ve teğmenin yanı sıra Monte ve kardeşi Markar, Arabo, Zori Balayan ve Haçatur’u da çağırdı. Konuşmasına ‘Yoldaşlar!’ diye başladı ve Kerkicahan’ı kuşatma vaktinin geldiğini söyledi. Hemen arkasından Hocalı’ya girilecekti. Masanın üzerindeki haritada Hocalı’nın doğu ve güneyindeki tepelerde askerlerin bekleyeceğini, aradaki vadiyi işaret ederek, Askeran kalesinin sıkı tutulması gerektiğini ve halkın kale yönündeki bu çıkışa doğru kaçmasının sağlanacağını anlattı. Aslında bu bir imha planıydı; çünkü karşılarındaki halk silahsızdı, kadınıyla, kızıyla, çocuğuyla çaresizdi.

 

Yüzbaşı hiç vakit kaybetmeden, bölgede bulunan Sovyet Ordusuna ait 366. Zırhlı Alayı’nı harekete geçirdi. Hankenti’nin daha güneyinde bulunan Kerkicahan bir anda binlerce askerin ve tankların ablukasıyla karşılaştı. Kasabalıların kendilerini savunacak ne bir tüfeği ne bir topu vardı. Kendi ordularından da destek alamıyorlardı. Nihayet soğuk ve karlı bir Aralık gününde Kerkicahan kasabası  Ermenilerin eline  geçti. O günler Hocalılar’ın bu kuşatmadan haberleri bile yoktu. Sonradan öğrendiler. Öğrendiklerinde dünya başlarına yıkılıyordu sanki; çünkü 366. Zırhlı Alay ve on binlerce asker kapılarına dayanmıştı. Kasabalılar her üç tepenin de tanklarla, toplarla ve binlerce askerle sarıldığını görünce yine gözlerine inanamadılar. Üzerlerinde hiçbir silahı olmayan bu sivil halka bu tank ve toplarla ne yapacaklardı. İki aydır binlerce sıkıntıyı yaşayan halk, artık bundan daha da kötü ne olabiliri düşünüyordu. Rus desteğiyle Ermeniler her gün bir başka oyun peşindeydi. Sarkisyan’ın en son emriyle Aralık ayında, zemherinin o soğuk günlerinde akla hayale gelmeyecek yeni bir oyun daha oynandı: Kasabanın elektrikleri kesildi. Halk herhalde bir arıza vardır diye düşündü. Reşit ve öğretmen bütün cesaretlerini toplayıp yüzbaşıyı buldular ve sordular. Yüzbaşı önce arıza olduğunu söyledi. ‘…ama siz burada kaldıkça arıza devam edecek deyince gerçek ortaya çıktı. Bunu bilerek yapmışlardı. Zaten elektrikler kesilince, kasabanın doğalgazı da kesilmişti. Yani artık ocaklar da yanmayacaktı. Evler ısınamayınca hastalıklar daha da arttı. Hocalı’da ölüm buydu. Ölüm Hocalı’nın her tarafındaydı. Ocak ayının amansız karının yağdığı bir gece Ermeni askerlerince daha az kontrol edilen kuzey yönünden polis komutanı Elif Hacıyev’in hafif silahlı yirmi kadar askeri karanlıktan istifade ederek Hocalıya gizlice girdi. Halkın durumunu onların görmesi bir şeyi değiştirmedi. Elektrik yoktu, ısınma yoktu ve halkın kuru ekmekten başka yiyeceği de kalmamıştı. Sarkisyan tam da bu günler arkadaşlarına sevinerek yeni emrini bildirdi. 366. Zırhlı Alayı bu habere çok sevinmişti; çünkü neredeyse bir aydır hiçbir atış yapılmamıştı. Kasabalılar evlerinde uydurma kandillerle aydınlanıp, mangal ateşinde ısınırken top sesleriyle irkildiler. Nedense kasabaya top ateşi atılmamıştı. Sabaha kadar ve ondan sonraki günler sürekli çevredeki dağ ve tepelere top ateşi yapıldı. Halk ne yapacağını bilmiyordu. Ölüm bir anda gelirdi. Bir anlık bir yok oluştu. Bu yapılan ölümden beterdi. Bu tam bir işkenceydi. Her gün yavaş yavaş ölüme terk edilmekti; ve bu ölüme terk edilişi henüz dünya duymamıştı.

 

Hocalı’da olanlardan kimsenin haberi yoktu elbette. Diğer illerde de bağımsızlığın sevinci hüzünlü de olsa yaşanırken Karabağ’da Ermenilerin isyanı, özerk bölge kurmaları savaşı bütün Azerbaycan’a taşımıştı. Savaş ulaşımı, ticareti, eğitimi hemen her alanı etkilemişti. Ermeni askerlerin kontrolü altındaki yerlerden biri olan Ağdam ve Şuşa arasında ulaşım sadece hava yoluyla sağlandığı için seyrek de olsa helikopterlerle taşımacılık yapılmaya çalışılıyordu.  Her türlü tehlikeyi göze alan hava yolları ve 44  yolcu, mecburen  28 Ocak 1992’de, Şuşa’dan helikopterle  Ağdam’a hareket etti. Tipi yoktu ama kar yağışı devam ediyordu.  Ağdam’a gitmek için Hocalı semalarından geçmek zorunda olan pilot, hiç beklemediği anda aşağıdan açılan ateşle karşılaştı. Önce bu ateşlerin taciz ateşi ya da uyarı ateşi olduğunu sandı. Yön değiştirmeye kalmadan bir anda helikopterin ateş aldığını gördü. Yapacağı hiçbir şey yoktu. İçerde çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil, alevlerin arasında feryat figan  ederek, alev topuna dönen helikopterle birlikte yere çakıldı. Masum 44 sivil insan dünyanın gözleri önünde hayatını kaybetti. Bu ikinci faciayı da soğuktan donmak üzere olan Hocalı halkı gözyaşları içinde seyretti.

Karabağlar dağlarından esen Şubat rüzgarları; Ural dağları, Himalaya dağları ya da Anadolu’nun Palandöken dağlarının rüzgarları gibi kesici, delici, dondurucu rüzgarlardı. Ayaz, güneş yanığı gibi yakar, yüzü, eli, dudağı çatlatırdı. Bu insanlar şikayetçi olmazdı bu havalara. Onlar memleketimin sağlıklı rüzgarları derdi. Ama 75 yıldır Sovyet Rusyasından çektikleri yetmezmiş gibi şimdi de Ermeni askerlerini besleyip, giydirdikten sonra, düşman belledikleri  Hocalı Türklerinin üzerlerine salmaları, o dağların öldüren soğuğundan daha acı geliyordu. Ermeni zemherisindense Şubat zemherisini arar oldular.

 

Hocalıya gizlice giren Komutan Elif Hacıyev’in  20 özel polisi şimdilik bir şey yapamıyordu. Kasabada savaşabilecek kaç kişi var diye sorduklarında öğretmen, ‘Sadece savaşmak yetmiyor ki önemli olan elde silahın olması.’ dedi kıraathane olarak kullandıkları salonda. Komutan Baburoğlu, ‘Bence Hocalı’yı kuşatmalarının asıl nedeni  başka, dedi,  onlar bu toprakların kendilerine ait olduklarını bu yüzden Hankenti, Hocalı, Ağdam’da yaşayan bütün Türklerin buradan gitmesini istiyorlar.’  İmamkulu Salah, ‘Ne yani bu topraklar bizim değil mi yani?’ deyince öğretmen,  onların isteğinin Anadolu’nun doğusunu, kendilerine ait saydıklar için tüm oraları da hayal ediyorlar. Kurmayı hayal ettikleri Büyük Ermenistan’ın ta Sivas’tan başlayıp, Bakü’ya kadar devam ettiğini, iddia ediyorlar. ‘Yok artık!’ dedi Salah. Baburoğlu, ‘Ermenilerin hayali bu, dedi, onların en azından bir hayali var, bizim Türkler hayal bile kurmuyorlar!’ Kalabalık sadece dinliyordu. Bahaduroğlu Enver komutana,  düşüncelerinin ne olduğunu sorunca, ‘Bizim düşüncemiz aslında sivil halkı korumaktı, dedi, fakat dışarıda düşman 3 bin silahlı  kişi getirmiş. Ama yinede son ana kadar kalacağız.’

 

Celile, Reşit’in getirdiği son odunları da ocağa koydu. Odanın havası biraz kırılmıştı. Çocukların ve Reşit’in çok sevdiği kavurgayı  ocağın üzerine koyduğu sacdan topladı herkese dağıttı. Bir haftadır sürekli kavurga ve bulgur pilavı yedikleri için hepsine ikrah gelmişti. Aynure’nin mide ağrısına iyi gelmişti aslında. Ne olduğunu bilemediler ağrının. İki aydır kıvrandı durdu çocuk. Ağrı devam ediyordu. Celile’nin verebileceği tek ilaç, nenesinden öğrendiği periyavşan çiçeği ve türlü baharatların karıştırılıp hamur haline getirildikten sonra küçük küçük yuvarlayıp, nohut büyüklüğündeki câdi dedikleri ilaçtı. Otacının verdiği bitkisel ilaç da buydu zaten. Bu kesinlikle mideyi dindiriyordu. Güzel Aynure’nin yüzünü bu ilaç güldürüyordu.  Dışarıdan yine top sesleri gelince Aynure pencereden kapkaranlık geceye baktı. Bu sefer düşen top ateşini görmüştü. ‘Oo bu sefer çok yakınımıza düştü!’ dedi. Reşit, ‘Bunların niyeti yerle bir etmek buraları!’  ‘Ya dediğin gibi olursa Reşit, biz ne yaparız?’ dedi Celile. Reşit mangalın etrafındaki ailesine, kardeşleri Kulu ve Zakir’i, babası ve anasını da alıp gizlice Ağdam’a kaçabileceklerini söyledi ama Celile bunun olacağına pek inanmadı. Zöhre, ‘Şu kış bir bitseydi!’ dedi. Reşit, ‘Bu gün Şubatın 24 ‘ü, bu ay bitti sayılır; ama içimde bir sıkıntı var! Hayırdır inşallah!’ dedi. Gecenin son konuşması bu oldu. Herkes ocağın kenarındaki kalın, yün yorganlarının altına girdi, uyumaya çalıştı.

O gece Hocalı’da hiç kimse uyuyamadı. Sabahın ağarmasıyla beraber yaklaşık yirmi- yirmi beş evden mezarlığa doğru gidenler oldu. İlk gören Aynure ile ablası Zühre oldu. Hemen babasına haber verdi. Reşit kapıya çıktığında gidenlerin kucağında, omzunda ya da sırtında ceset taşıyan komşuları olduğunu gördü. Güne derin bir üzüntü, acı haberle başladılar. ‘Bunlar günlerdir aç susuz, hasta yatan insanlar, dedi, Allah taksiratlarını affetsin!’ ‘Bunların ne taksiratı olur ki hay anam! Hocalı’dan dahi dışarı çıkmayan günahsızlar!’ dedi Celile. Bu cesetler ne yazık ki tam gömülemedi. Kar buz tutmuştu. Toprak donmuş, kazılmıyordu. Üzerlerine öylesine toprak attılar, taşlarla kabri beslediler.

 

Cenazeleri defnedenler henüz kasabaya dönmüştü ki birden yer yerinden oynadı. Hocalı’ya bakan üç tepeden ve havaalanı tarafından Sovyet Ordusunun 366. Zırhlı Alayı’nın tankları, topları  Hocalı’yı top ateşine tuttu. Rastgele bir ateşti. Bu bugüne kadar görülmemiş bir top ateşiydi.  Topun düştüğü yerde önce olanca kar havalanıyor, savruluyor sonra taşlar, topraklar, ağaçlar hatta hayvanlar gökyüzüne dağılıyor ve yere düşüyordu. Karşılarında bir tek tabancası dahi olmayan bir kasabayı koskoca ordu binlerce askeriyle yerle bir etmeye çalışıyordu. Çatısı yıkılan evinde Reşit ve ailesi bir duvar dibine sinmişti. Korkudan, hırstan, asap bozukluğundan, ‘Bu niçindi? Bu kin neyin kiniydi?’ sözlerini tekrarlıyor, etrafta olanları göremediği için sadece duyabildiği çığlıkları dinliyordu. Demek ki Rus yüzbaşı haklıymış, diye düşündü. ‘Ama bu kadar vahşetin olacağını o dahi tahmin edemez!’ dedi. Bunları düşünürken çok yakınlarında bir bombanın daha patladığını gördü. Üzerlerine taş ve toprak yağdı. ‘Sen haklıymışsın, dedi Celile, bütün bunlar Köçeryan’ın işi.’ Üzerine gelen topraktan tanınmayacak halde olan Aynure’yi sıkıştığı yerden kurtardı Reşit. ‘Allahım… Allahım… Ne oldu böyle? Biz neredeyiz!’ diye avaz avaz bağırdı. Sesi duyan yoktu. Sadece karşısındaki evde oturan kardeşi Kulu’nun kanlar içinde yüzü, yaralanmış ayağı ile bahçe duvarından atlayıp geldiğini gördü. Karlarla yaralarını sildi kardeşinin. ‘Ağam biz mahvolduk!’ dedi Kulu. ‘İyi de, dedi Reşit, Bombalayın! emrini veren Robert Köçeryan değil mi? Emri Hocalı’da uygulayan Sarkisyan… Peki bunlar böyle olacağını bile bile nasıl böyle bir vahşeti yaparlar?’ Kulu bitkindi, ‘Yaparlar ağam, yaparlar!’ dedi.  Zöhre bir taraftan yüzündeki toprakları temizlerken, ‘Hepsinin canları cehenneme!’ dedi.

 

Tam iki saat boyunca top ve tank ateşine tutuldu Hocalı. Okul, cami yıkılanlar arasındaydı. Arka tepenin eteklerindeki bahçe içerisindeki evlerin neredeyse tamamı yıkılmıştı. Top sesi kesilmişti.

 

Dedesinden savaşları çok dinlemişti Reşit. Savaşların anlamsızlığını daha o yıllarda anlamıştı. Ona göre vahşetti. Bu konuya meraklı olan Zöhre’ye de o anlatırdı. Aynure dinlemezdi bile. Çaldıran’ı anlatırdı, Timur’u, Cengiz Han’ı, Romalılar’ı anlatırdı. Bu anlattıkları orduların hepsi yaptıkları savaşlarda karşılarındaki orduyla muharebe yapardı. Hiçbiri sivil halka silah çekmezdi. Ordular birbirleriyle savaşırdı. Savaşın kuralı da buydu. Hile yaparsın, kaçarsın, acımadan öldürürsün… Bunların hepsi normaldi; ama Ermenilerin yaptığı şu anda vahşetti. ‘Bak gördün mü vahşeti Zöhre?’ Lisede okuyan büyük kız, ‘Baba şuradan bir kurtulalım da…’ dedi üzerlerine yağan tozlar arasından. Reşit son anda hanımı ve çocuklarını yarısı yıkılmış duvarın dibinde toplamıştı. Şansları yaver gitmişti de yıkık duvar siper olmuştu. Tek katlı evin çatısı ve bazı duvarları yıkılmıştı. Her taraf toz duman içindeydi. Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler… Kimin ne yaptığı belli değildi. Tek katlı evler bahçeler içerisindeydi. Çatısı çöken, duvarları yıkılan, ahırları yıkılan ve sahipsiz kalan bir sürü hayvan orta yerde kalmıştı. Reşit bir taraftan korunmaya çalışıyor bir taraftan da söyleniyordu, ‘Evet, bunların yaptıkları resmen vahşet! dedi, bunlar nasıl bir canavar? Karşılarında çoluk çocuk var, ordu yok ki…’ Başını dahi kaldıramıyordu. ‘Ne yapacağız?’ dedi Celile. Sadece Askeran tarafından ateş açılmadığını, ortalık diner dinmez var güçleriyle o tarafa kaçabileceklerini söyledi. Top ateşi durmuştu; ama tankların seslerini duydular. Her taraf toz bulutuyla kaplıydı. Aradan bir saat kadar geçmesine rağmen kasabada hiçbir hareket yoktu.

Top saldırılarından üç saat sonra tepelerden inen 3 bin kadar silahlı Ermeni askeri kasabanın bütün sokaklarında, meydanlarında  devriye gezmeye başladı. Bazı köşe başları otomobillerle tutulmuştu. Yavaş yavaş yapılan plan anlaşılıyordu. Önce yol kesilecek, kasaba top ateşine tutulacak ve sonra işgal edilecek. Herkes böyle sandığı için artık arkasından yeni bir saldırı gelmez diye düşünüyordu. Sarkisyan’ın arkası açık bir jipin üzerinden megafonla, ‘Bu gün 25 Şubat… Ermenistan devlet başkanımız Robert Köçeryan’ın emri ile aslında  Ermenilerin olan  Hocalı kasabası gerçek sahiplerine teslim edilecektir! Tüm kasaba halkına duyurulur!’

 

Bu kasaba halkı sözüne Reşit sindiği duvarın dibinden acı acı tebessüm etti. Celile, ‘Artık kasaba halkı kaldı mı?’ diye isyan etti ama bu isyanı kimse duymamıştı. Yaraları halen kanayan Kulu ise, ’Yerle bir edilen kasabayı ele geçirmişler!’ dedi Reşit’e. Önce yaralanmayanlar sonra yarası hafif olanlar ayağa kalkmaya, bahçelerin önlerine gelmeye başladılar nedir, ne oldu öğrenmek için. Reşit, Kulu, Celile ve çocuklar da kalktı. Evlerden, ahırlardan dumanlar çıkıyordu. Yıkık duvarlar görünüyordu. Üstleri başları toz toprak içinde olan kasabalılar görünüyordu. Reşit, önlerindeki dar sokağın açıldığı caddede farklı bir kalabalık gördü. Kardeşi Kulu’ya, ‘Gardaşım,  benim gördüğümü sen de görüyor musun? dedi, bu gördüklerim Arabo’nun savaşçıları değil mi?’ Kalçalarında taşıdıkları kınlarının içinde, kılıca benzer bıçaklarını görünce, Kulu, ‘Ağam buralarda fazla durmayalım, dedi, bunlar katliamın da, vahşetin de ötesinde dünyanın en acımasız katilleridir! Eğer bunlar buraya geldilerse demek ki çok şey olacak!’ Celile ve çocuklar Arabo’nun savaşçıları lafını duyunca titremeye başladı. ‘Reşit gidelim buradan!’ dedi Celile. O ana kadar sessiz duran Aynure elini midesine götürdü, ‘Midem fena ana! Sancı bıçak gibi karnıma saplanmış!’ dedi. Reşit de, Celile de herkes gibi çaresizdi. ‘Gitmek’ nereye ve nasıl gideceklerdi?

 

Robert Köçeryan, aynı duyuruyu bir daha yaptı. Bütün kasabaya duyurdu. Arabasını ana yolun kasabayla kesiştiği köşede durdurdu. Yanında Sarkisyan, Yüzbaşı, teğmen, Monte, Arabo, Zori Balayan ayaküstü konuşmaya durdular. ‘Bizden günah gitti, dedi Sarkisyan, artık bundan sonrasını onlar bilir.’ Yerinde hiç duramayan Arabo, ‘Çok bekliyorsun be Komutan!.. Şimdi biz bunların gitmesini mi bekleyeceğiz?’ Monte alay ediyordu, ‘Sen bunların gideceğini mi sanıyorsun Arabo? dedi, kasabalının kıpırdayacak hali mi kaldı?’  Arabo anlar gibi oldu, ‘Ee… Öyleyse biz kendi metotlarımızla çözeceğiz!’ Yüzbaşı noktayı koydu bu konuşmaya, ‘Acelen ne be Arabo, dedi, sabret biraz!’

 

20 yaşlarındaki Zarife Guliyeva, Hocalı’nın en yanık sesli kızıydı. Hocalı’nın bülbülü derlerdi. Kalabalık bir ailesi vardı. Evleri birbirine yakı ama hepsi ayrı, her ev bağlı bahçeli hayvan besleyen, sebze yetiştiren bir aileydi. Reşitlerin evlerine yakındılar. Bombalanmadan sonra kendine gelmiş, bütün yakınlarını aramış fakat sekiz yakının şehit olduğunu görmüştü. Celile ve Reşit’e geldi ve ne yapacaklarını danıştı. Celile, Zarife’ye de Arabo’nun burada olduğunu söyledi. Söyledi ama söylediğine pişman oldu. Zarife sarardı, rengi değişti, titredi, ‘Aman aba bu adam burada da mı  beni buldu?’ dedi. Reşit, ‘Zarife, dedi, bir yolunu bulup Askeran tarafına kaçmayı düşünüyorduk… Ama aslında biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz!’ Zarife boynunu büktü, ‘Peki ağam…’ dedi ve gitti.

 

Arabo iri cüssesi, kısa siyah sakalı, sert bakışları ile neredeyse bütün kasabalının tanıdığı bir gençti. Bu savaşlar olmadan önce Zarife’ye karşı çok ilgisi vardı. Birkaç kez yolda gördüğünde derdini anlatmıştı Zarife’ye ama kızcağız istekli olmayınca  Arabo bunu bir türlü kabullenememişti. Örgüt kurup, ant içmişler ve dünyanın birçok  yerinde Türk devlet adamlarına suikastlar yapmışlar. Araya savaşlar da girince Arabo tam bir Türk düşmanı olup çıkmıştı. Zarife bu düşmanlığı bildiği için nerede adını duysa korkuya kapılıyordu.

 

Kasabalı ölüsüne mi yansın, yarasını mı sarsın karmaşasını yaşarken hava da kararmak üzereydi. Evi yıkılanlar sağlamsa ahırlarına o da sağlam değilse ya yakınlarına ya da komşularına geceyi geçirmek üzere dağıldığı sırada yolun ortasında yeni bir hareket başladı. 3 bin kişilik eli silahlı askerleriyle Arabo ve savaşçıları bir anda bütün sokaklara daldı. Havaya, yerlere, karşılarına kim ve ne çıkarsa ateş ediyorlardı. Binlerce mermi yakıldı. Bununla da yetinmediler sağlam evlere girdiler. Günlerdir ağızlarına bir lokma yiyecek girmemiş, soğuktan donmak üzere olan, kandil ışığında yaşamaya çalışan halkın yaşadığı evlere girdiler.  Buraya kadar yaptıkları kasabalıyı bezdirme, Hocalı’dan uzaklaştırma, korkutmaydı ama bundan sonra yapılanlar hiçbir dinle, inançla, kanunla açıklanamazdı. Arabo, bombalama esnasında ailesinden sekiz kişiyi kaybetmiş Zarife’nin evine girdi. Adamları da yanındaydı. Ne amaçla Zarife’ye dokunmadılar bilinmez ama önlerine kim çıktıysa kurşunladılar. Kızın babası, annesi, kardeşleri toplam  22 kişi on dakika içerisinde katledilmişti. Zarife pencereden çıkıp dağlara doğru kaçmıştı. Arabo evden çıkarken adamları bulundukları odayı ateşe vermeyi ihmal etmedi. Çıkarken, ‘Haydi… Gidiyoruz!’ diye bağırdı. Aynı anda ve aynı sokakta beş altı ev yukarıda bombalama sırasında yıkılmamış, önünde çok güzel bir bahçesi olan eve Zori Balayan, Haçatur ve dört kişi ellerindeki tüfeklerle rast gele ateş açarak girdi. Dibe köşeye sinmiş çoluk çocuk neye uğradıklarını şaşırdı. Kurşunlardan bütün çocuklar nasibini aldı. 3 yaşındaki Gülmire Mehdiyeva ve 5 yaşındaki  Aygül vücutlarına isabet eden onlarca kurşunla anne ve babalarının gözleri önünde katledildi. Haçatur çıkarken çocuğun cansız cesedine postallarıyla bastı ve bu da yetmezmiş gibi süngüyle delik deşik etti. Novruzov ailesi Hocalı nüfusundan silinmişti. Acımasız namıyla ünlü Monte ve arkadaşları karanlık sokakta marşlar söyleyip havaya kurşun sıkarken tam da Reşitlerin evlerinin önünde durdu. Bu evin sağlam kalan bir odası vardı. Ellerindeki fenerle içeriyi gözlerken bir karartının olduğunu görüp girdiler. Günlerdir aç susuz yaşayan bu insanlar, karşılarında eli silahlı askerleri görünce gözleri yuvalarından fırladı. Monte feneri herkesin yüzlerine tuttu. ‘Bak sen…’  dedi, hasta kızını bize emanet etmeyen ana da buradaymış!’ Reşit yerinden fırladı, ‘Dokunmayın ona,’ dedi, dedi ama aynı anda süngüyü de yedi. Reşit ölmedi. Askerden yedi tekmeyle köşeye savruldu. Feneri tutunca Zöhre’yi bir köşede büzülmüş olarak buldu. ‘İşte köyün güzeli buradaymış!’ dedi ve kızı yakasından kavrayıp ayağa kaldırdı, kendine çekti, karanlıkta iyice çirkinleşmiş kalın dudaklarıyla şehvetle öptü. Reşit’in yapacak hiçbir şeyi yoktu. Tutmak için kolunu uzattı ama olmadı. Celile buna dayanamazdı. Dünyalar güzeli, nazla, sevgiyle büyüttüğü kızını bu katile teslim edemezdi. Bütün gücünü topladı ayağa fırladı Monte’nin elini ısırdı. Canı yanan Monte önce kuvvetli bir tokat attı sonra da iki süngü de ona sapladı. Can çekişen babanın ve ananın gözleri önünde Zöhre’yi çirkin arzularına alet etti, kızı kanlar içerisinde bıraktı, kalktı. Bu olanları pencerenin hemen altında sessizce fakat dehşetle izleyen Aynure’nin o anda dili tutuldu, sesi soluğu kesildi, sıranın kendisine geleceğini biliyordu, bir anda pencereden fırlayıp kaçtı. Nereye gittiğini bilmeden kaçtı. Zifiri karanlıkta, arkasına bakmadan kaçtı. Bu kaçış fark edilmemişti evde. Monte, Zöhre’nin üzerinden kalktıktan sonra kapıda duran asker içeri girdi. Baygın vaziyette yatan Zöhre’ye yaklaşan ikinci askeri, kanlar içinde yatan Celile ve Reşit inleye inleye seyretti. Asker kapıdan çıktığında odada hiç kimse sağ değildi.

Arabo ve savaşçıları o gece hiç boş durmadı. Bir kısmı tabancalarını ve süngülü tüfeklerini hiç kullanmadı. Ellerinde kınlarından çıkardıkları kılıca benzer bıçakları vardı. ‘Şu yolun sonunda karşılıklı bahçe içerisinde iki ev var ya… dedi Arabo, işte o evlere gidiyoruz. Ev Bahaduroğlu Enverlerindi. Bombalamada yıkılmamıştı. Evin kapısına geldiklerinde kapının kilitli olduğunu gördüler. Zorladılar, açamadılar. Ağaçla, kütüklerle zorlayınca kapı açıldı. Kapının arkası dolap, masa, çuvallarla desteklenmişti. Enver elinde dirgenle karşıladı gelenleri. İlk saldırana dirgenle karşılık verdi ama bu onun sonu oldu. İki kılıç darbesiyle başını gövdesinden ayırdılar ailesinin ve çocuklarının gözleri önünde.  Hamile olan hanımı görünce Arabo, ‘Bu kadın çocuğunu özlemiştir, dedi, alıp da kucağına verin!’ Kadın ne olduğunu anlamadan yere yatırıldı, iki kişi kollarından tuttu, üçüncü kişi kadının karnını yardı, kılıcı çocuğa sapladı ve annesine verdi. Kadın kendinde değildi zaten. Ayakta duvara yaslanmış 17 yaşlarında Rahile ve 20 yaşlarında Zakir ölü vaziyettelerdi. Bıçak vursanız kanları akmayacak haldeydiler.  Ama Arabo’nun adamları bıçaklarını ikisine de vurdu; fakat derilerini yüzer gibi etlerini keserek vurdu. Rahile ve Zakir aldıkları bıçak darbeleriyle bu dünyaya veda ettiler. Evden çıktıklarında Elif Hacıyev’in adamlarıyla karşılaştılar. İlk ateşi açan Elif’in adamları oldu. Arabo’nun dört adamı da yere serildi. Arabo’ya sıra gelmeden beklenmedik anda ortaya çıkan Yüzbaşı Valantin, ‘İşte aradıklarımız burada!’ dedi. Yüzbaşının yanındaki Haçatur, ‘Hiç biri sağ kalmasın!’ dedi ve onlarca asker,  Komutan Elif’in askerlerine ataş açtı. Askerler son nefeslerini vermeden Haçatur, elindeki bıçakla askerlerin kulaklarını kesti. ‘Bunlar hatıra olarak kalacak!’ dedi.

 

3 bine yakın askerin darmadağınık ettiği Hocalı’da ölüm her yerde kol geziyordu. Ölümün adı Arabo idi. Monte, Haçatur ve yüzlerce asker evlere girdi. Evler yağmalandı. Beğendikleri ne varsa almaya başladılar. Kimi eşyaları yaktılar, kimilerini kırıp döktüler. Öğretmen yaralı olmasına rağmen kapı kapı gezip, halkı uyardı. Kaçmaları, Hocalı’yı terk etmeleri için çalıştı. Kaçmak aslında ölümün bir başka şekliydi; ama en azından vahşice ölümden kurtulacaklardı. Çaresiz halk, bu dinmek bilmeyen acıların arkasından çareyi kaçmakta buldu. Binlerce Hocalı halkı soğuğa, kara aldırmadan Askeran tarafına ve dağlara doğru kaçmaya başladı. Zaman zaman takip edildiler, arkalarından kurşun yağmuru geldi; ama yine de sağ kalanlar karlı, ürkütücü ve tehlikeli dağlara doğru koştu. Bu koşanlardan biri de zayıf, çelimsiz vücuduyla Aynure idi. Aynure o çelimsiz, hasta haline rağmen deli gibi koşuyordu. Gördükleri beynine kazınmıştı. Gözleri dönmüş askerlerin eline geçmemek için, namusunu onlara teslim etmemek için var gücüyle koşuyordu. ‘Koşmam lazım… Koşmam lazım…’ diye diye, Buradan bir an evvel uzaklaşmalıyım…’ diye diye koşuyordu. Bir taraftan da seviniyordu; çünkü 14 yaşındaki körpe vücudunun üzerine sırayla abanacak askerlerden kurtulmuştu. Ama Aynure nereye gidiyordu onu bilmiyordu. Ayağının altı yer yer buz tutmuş kardı. Buzlar ağaçlardan sarkıyordu. Dağlara çıkarken öğretmen, diğer Hocalılar beraberdi; ama şu anda etrafında kimseler yoktu. Fark etti bunu. Durup etrafa baktı. Her taraf karanlıktı. Bir metre ötedeki ağaç dahi görünmüyordu. Kendini takip eden de yoktu. Nefes nefese, ağzından köpükler aka aka bir ağacın yanında öylece kaldı. Koştuğu için vücut terlemişti; ama durunca ve biraz da bekleyince hafif bir ürperme hissetti. Üşümeye başladı. ‘En iyisi biraz daha yürüyeyim.’ dedi. Tekrar durmadan takatinin yettiğince, saatlerce yürüdü. Bir ara gözleri karardı. Etrafı bulanık görmeye başladı. O korkuya, o yorgunluğa rağmen, eğer durursam donabilirim, diye düşündü. Aynure yürümek istiyordu; fakat yürümeye takati yoktu. Sırtını ağaca vermişti. Gözleri karardı, ayakları kaydı…

 

Haçatur, Monte Melkonyan’a, ‘Ben daha kuzeydeki evlere bakacağım, dedi ve ayrıldı. Sabah olmuştu artık. Kasabanın içler acısı durumu şimdi daha iyi görünüyor ve anlaşılıyordu. ‘Yerle bir ettik ama değdi, dedi arkadaşına Haçatur, şu evden çok şüpheleniyorum… Ne dersiniz o eve de girelim mi?’ Arkadaşlarının tebessümünü çok beğendi. O evde Hocalı’da çok sevilen ve elinden her iş gelen Azim oturuyordu.  Sıra Azim’e… Mehdioğlu Azim’ e gelmişti. Azim hazırlıklıydı. Evde sakladığı kılıç yarısı eski bir bıçağı vardı. Kapının tekmeyle açıldığını görünce kendini ve ailesini korumaya çalıştı. İntikam onun da gözlerini bürümüştü. Evine rastgele ateş açarak giren Ermeni askerlerini sırayla yere serdi. Çıldırmış gibiydi. Öldürdüğü askerlerin cesetlerine onlarca bıçak darbesi sapladı şuursuzca. Hanımı yeter diye bağırınca kendine geldi. Eli, yüzü her taraf kan içindeydi. Yorgun ve bitkindi. Açık kapıdan giren iki askerin onu kurşun yağmuruna tutması kolay oldu. Azim, eşi ve çocukları artık yaşamıyordu. Çocuklarının birini evin tahta kapısına çivilerle astı Haçatur. Azim’in hamile olan kız kardeşi kaçmak istedi. Sarışın, beyaz tenli, örgülü saçlı güzel bir gelindi. İlk çocuğuna hamileydi. İsmi İkbal’di. İkbal’i yakalayıp evin dışına çıkardılar ve ağaca bağladılar. Haçatur bir sigara yaktı. Askerlerinden ikisi kadının başındaydı. Biri eliyle doğumu yaklaşmış olan kadının karnında gezdirdi. Karnı burnunda çaresiz İkbal, ‘Yalvarırım bize kıymayın!  dedi, doğumum çok yakın. Size söz veriyorum hemen şimdi terk edeceğim Hocalı’yı!’ diye yalvardı. Bir yandan da titriyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı. Uzun boylu, geniş omuzlu olan asker elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin, namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, İkbalin beti benzi atmış, gözleri yuvalarından çıkmış, ‘Yalvarırım durun… Yalvarırım durun!’ diye avaz avaz bağırıyordu.  Diğeri elindeki demir parayi havaya attı: ‘Akçik  manç?..(Kız mı  oğlan mi?) dedi. Arkadaşından, akçik…(Kız) cevabını alınca, kendisi, ‘Bence oğlan…’ diyerek bahse girdi. Sonra da elindeki kasatura ile hamile kadının karnını yarıp çocuğu çıkarttı. Bebek kızdı. Kasaturaya saplı bebeği İkbal’in cansız göğsüne sapladı Ermeni ordusunun özgürlük savaşçısı.

 

26 Şubat sabahı Hocalı’da derin bir sessizlik vardı. Ne havada uçan bir kuş vardı ne yerde gezen bir kedi, köpek… Karların üzerinde yer yer kan birikintisi göle dönmüştü. Kanın biriktiği yere ince sızı halinde kan akmaya devam ediyordu. Kimi sızıntı ise donmuştu. Havada garip bir koku vardı. Bu kan kokusu mu barut kokusu mu belli değildi. Her yer cesetti. Bütün gece çalışan Ermeni ordusunun özgürlük savaşçıları kah dinleniyor, kah sigara içiyor ya da votka ile kutlama yapıyordu. Sarkisyan havaalanın bulunduğu yerde komutanları ve askerleriyle beraberdi. Yorgun oldukları belliydi. Yorgunlukları biraz onları asabi yapmıştı. Birer kadeh votka hepsine iyi gelmişti.

 

Aynure birkaç gün sonra gözlerini hastanede açtı. Güçlü iradesi ve dayanma gücü ile öğretmen ormana doğru hep birlikte kaçarken yanlarında olan Aynure’yi kaybettiğini anlamış ve bütün tehlikeyi göz önüne alarak onu aramıştı. Aynure’nin baygın yarı donmuş vücudunu önce Ağdam’a sonra da Bakü’ye taşımıştı. Gözlerini açtığında başında öğretmeni, doktorları ve hemşireleri gördü Aynure. Küçük beden solmuş, bir deri bir kemik kalmış, gözlerinin kenarları morarmış ve gözler içeri çökmüştü. Önceleri kendinde değildi. Azar azar su verildi, sıcak çorba içirildi, aradan birkaç saat daha geçti. Etrafı incelemeye başladı. Nerede olduğunu düşündü. Öğretmeni gördü tanıdı. Elini yüzüne götürdü, vücudunu kontrol etti. Vücudunda bir tuhaflık vardı. Ayakları ona ağır geliyordu. Sağ bacağını kaldırmak istedi, olmadı. Solu denedi, olmadı. Başını kaldırıp bakmak istedi; ama ayakları dizden aşağı yoktu. Gözleri yuvalarından çıktı. Dehşetle, ‘ Ayaklarım!..’ diye bağırdı. ‘Ayaklarım nerede?.. Ayaklarım yok!’ diye ağlamaya, insanın içini yakan bir sesle bağırmaya başladı. Doktor, öğretmen, hemşireler hepsi şaşırmıştı. Bu kadar tepki vereceğini düşünmemişlerdi. Doktorun, öğretmenin iknası boşunaydı. Aynure evindeki dehşet saatlerini tekrar yaşıyordu. Ablası Zöhre’nin başına gelenler gözlerinin önündeydi. Ağlama, inleme, haykırma yangın yeri gibiydi. Duyanlar, küçük kızın halini görenler göz yaşı dökmeye başladı. Ses öylesine yanıktı ki yürek dayanamıyordu. ‘Onlar anamı aldılar elimden, babamı aldılar elimden, ablamı kirlettiler… Sizler de ayaklarımı aldınız!.. Ayaklarımı geri verin! Onlar benim namusumdu!’ Sesi gittikçe düştü, inler gibiydi, Ayaklarımı bana verin…’

 

Doktor hemşirenin yüzüne baktı, hemşire doktorun ne istediğini anlamıştı. Hemşire biraz sonra diz kısımları bezlere sarılmış, ayaklarında Aynure’nin kaçarken giydiği yırtık ayakkabılar olduğu halde iki ayağı getirdi. Gözlerini tavanda bir noktaya dikmiş masum yüzlü Aynure hemşirenin getirdiği ayakları görünce, pınarları kurumuş gözlerinden son damlalar yanağına düştü. Sesi inilti halindeydi, ‘Verin ayaklarımı!..’ Ayaklarını aldı göğsüne bastırdı:

‘Onlar benim namusumdur!’ dedi.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.