Araştırmacı yazar Hikmet Babaoğlu’dan
ANAN MI ÖLSÜN, NİNEN Mİ ÖLSÜN, YOKSA SİNAN MI ÖLSÜN ‘‘SARI GELİN’’?!
‘‘Sarı Gelin’’ türküsünü dinleyen her bir azerbaycanlı bu türkünün kutsallığını hemen anlamaktadır. Bu türkünün sözleri Oğuz Türklerinin oluşturduğu şiirsel özelliklere tam uyum sağlamaktadır. Mani türünde, yedi hecede yazılmış bu sözler tüm güzel tarafları, akıcı uslubu, aydın anlatım biçimiyle ve sırf halk diliyle yazıldığı içindir ki, bugün bile halk tarafından sevilmektedir. Mani türü sırf Türklere özgü bir şiirsel türdür. Bu tür Kerkük türkmanları ve azerbaycanlıların en fazla kullandıkları bir tür olup başka halkların halk edebiyatında rastlanmamaktadır.
Türkünün bu denli sevilmesinin ve ün kazanmasının en önemli ikinci nedeniyse hiç kuşkusuz onun hikayesiyle alakalıdır. Türküde acıklı bir aşk hikayesinden söz edilmekte ve bu aşk hikayesi çok etkileyici bir dille anlatılmaktadır. Türküyü bu denli sevdiren üçüncü nedense türkünün bestesinin yine bir halk edebiyatı türü olan aşık edebiyatı müziğinden beslenmesidir. Her ne kadar bu türkünün bestesi aşık müziğiyle direk bağlantılı değilmiş gibi gözükse bile türküyü dikkatlice dinlediğimizde onun bestesinin alt katında en eski aşık müziklerinden olan ‘‘Revan çukuru’’ müziği hemen kendini belli ediyor. Bu müzik ‘‘Sarı gelin’’ türküsünü daha sessiz, daha sakin, daha hüzünlü bir biçime sokarak sanki bu aşk hikayesinin hiç bitmeyecekmiş gibi sürmesini sağlıyor ve bu çaresiz aşkın yasını tutuyormuşcasına inim inim inliyor. Peki, tepeden tırnağa hem sözleri, hem müziği, hem de hüzünlü içeriğiyle yüce Türk ruhunun taşıyıcısı olan bu türküyü neden birileri sahiplenmek istiyor ki, acaba? Bu türkünün gerçek bir öyküsü varmı? Varsa, nasıl bır öykü bu? Işte bu araştırmamızda bu sorulara yanıt bulmağa çalışacağız.
‘’SARI GELİN’’ TÜRKÜSÜNÜN ÖYKÜSÜ HÜSEYİN CAVİT YAPITLARINDA
İlk başta bir gerçeği asla ve asla unutmamamalıyız: ‘‘Sarı gelin’’ türküsünün öyküsü halk edebiyatımızın bir parçası gibi yüzyıllarca halk edebiyatımızın bünyesinde varolmuştur. Sonra bu öyküye bir beste yapılmış, daha sonraysa usta tiyatro yazarı ve düşünce adamı Hüseyin Cavit bu öyküyü kısmen de olsa ‘‘Şeyh Sinan’’ tiyatro oyununda konu olarak ele almıştır. Hüseyin Cavitin ‘‘Şeyh Sinan’’ yapıtında aşık bir müslüman, maşukuysa bir hristiyandır. Her iki yapıt dramatik bir eksen üzerinde kurulmuştur. Fakat benzerlikler sadece bunlar değil. O yüzden olayı daha detaylı bir biçimde çözümlemek gerekmektedir diye düşünüyorum. Her halde Hüseyin Cavit ‘‘Şeyh Sinan’’ isimli tiyatro oyununu yazdığında yapıtına o zamanlar herkes tarafından iyi bilinen bir halk edebiyatı ürünü olan bu olayı dahil etmiştir. Tabii, yapıtın konusu Cavit′in derin zekası, aklı, üstün yeteneği ve parlak edebi düşüncesiyle bir hayli zenginleşmiştir. Okur dinsel felsefeyle evrensel felsefenin çelişkilerini ve benzerliklerini kıyaslıyor ve kendine bu eksende bir yol bulmak için uğraşıyor. Fakat bu sırada bu felsefi zenginliğin hemen hemen her anında çok içtenlikle işlenmiş bir konu hemen kendini belli ediyor: sonu olmayan acı dolu bir aşk öyküsü o tiyatro oyununun içinde bir inci isali parlıyor.
Amacımız yapıtın üstünlüklerini belirtmek olmadığı için hemen ‘‘Şeyh Sinan’’la ‘‘Sarı gelin’’ öyküsünün ne denli bir birine bağlı olduğunu belirtelim.
İLK YAZILI KAYNAK GERÇEKTEN BİR İLKMİDİR?
Bu başlığı öylesine atmadık buraya. Fakat konumuzla direk alakası bulunduğundan dolayı şimdi belirteceğimiz kaynağı ilk yazılı kaynak olarak göstereceğiz. Sonra daha eski kaynaklarla tanıştıracağız sizi zamanı geldiğinde. Bu kaynakta ‘‘Sarı gelin’’ türküsünün tarihiyle alakalı çok ciddi tesbitler bulunuyor. Kaynak olarak gösterdiğimiz yapıtsa Osmanlı yazarı Ahmet Refik Altınayın ‘‘Kafkasya yollarında’’ isimli kitabıdır. Kitapta yüzbaşı rütbesiyle katıldığı I Dünya savaşında yaşadıklarını anlatıyor yazar. Ahmet Refik Altınay Savaştan sonra İstanbul Darülfünunda (Üniversitesinde) Osmanlı tarihinden dersler vermiş ve değişik görevlerde bulunmuştur. 17 nisan 20 mayıs 1918 tarihlerinde o, yabancı gazetecilerden oluşan bir heyeti beraberine alarak ermenilerin Anadoluda yaptıkları mezalimleri tüm dünyaya göstermek için Doğu Anadolu bölgesine bir sefer tertiplemiştir. Sefer çerçevesinde Karsta, Sarıkamışta, Ardahanda, Artvinde, Batumda bulunan heyet kendi gözleriyle ermenilerin yaptığı soykırımın izlerini görnüş, görgü tanıklarını dinlemek olanağını bulmuşlardır. Yazar beraberindeki heyete ermenilerin yaptığı soykırımı göstermekle beraber hem de bu soykırım sırasında yaranan ağıtları ve diğer halk edebiyatı ürünlerini, kimi zamansa değişik insanların anılarını toplamıştır. A. Refık Altınay Doğu Anadolunun en ucra köşesinde yaşayan bu insanların çok temiz türkçeyle konuştuğunu söylüyor. Bu sözden sonra yazarın Doğu Anadolunun en ucra köşelerinden topladığı halk edebiyatı ürünlerine ve o insanların anılarına baktığımızda yazarın ‘‘arı türkçe’’ olarak tabir ettiği türkçenin aslında Azerbaycan türkçesi olduğunu görüyoruz. Ardahanın Merdinik köyünde Ali isimli bir köylünün söylediği bir türkü daha fazla ilgimizi çekiyor. Ali ermenilerin yerlebir ettiği Okçu köyünde doğmuş ve orada büyümüştür. Büyük bir ihimal, bu köy şu an Ermenistanın Amasya bölgesine bağlı Okçuoğlu köyüdür… Köyün nufusunun büyük bir kısımı ermeniler tarafından şehit edilmiş, sağ kalanlarsa çareyi göç etmekte bulmuşlardır. Kader onu Ardahana bağlı Merdinik köyüne getirmiş(şunu da belirtmekte fayda var: Ardahanla Amasya aynı coğrafyada bulunduğundan bölgenin insanları arasında daha önceden sıkı bir dostluk ve akrabalık bağı bulunuyormuş). Ali her sabah karşıdan görünen çam ağaçlarıyla kaplı ormanlara, Köroğlu tepelerine, ordan yükselen güneşe bakarak yanıklı türküler söylermiş. Bu türküler o denli hazinmiş kı, dinleyenler sanki bu anlatılan olayların Alinin kendi yaşadıklarından kaynaklandığını düşünürlermiş. Aliyi birkaç kez dinleyen Altınay kendisi söylüyor bunu. Onun söylediği en güzel türküyse hiç kuşkusuz ‘‘Sarı gelin’’ türküsüymüş.
BİR TÜRKÜNÜN ÜÇ SIRRI
- Altınay türkünün yaranmasıyla alakalı yerli halkın anlattığı bir olayı şöyle aktarıyor: bir Türk genci köyünde yaşayan hiristiyan bir kıza aşıkmış. Sabahlar tarlaya giderken onun peşinden bakarmış, akşamlar hayvanlar ahırlarına geri dönerken yine sevgilisinin güzelliğini seyrederek bir lahza olsun yanan gönlünün ateşini söndürmeğe çalışırmış. Fikren ve kalben kıza o denli bağlanmış ki, bir Pazar sabahı eline haç alarak onun peşinden kiliseye gitmiş. Bir köşede oturarak sevgilisinin ve onun dininden olanların ibadetini seyretmiş. Ve hemen akabinde yanıklı ve hüzünlü bir sesle bir türkü tutturmuş:
Vardım kilisesine, baktım haçına
Mail oldum bölük bölük saçına
Kız, seni götüreyim İslam içine
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin…
Ah, seni vermem ben dünya malına…
Ne yazık ki, R. Altınay türkünün sadece bir bölümünü veriyor kitapta. Fakat bu bir bölümde bile çok ciddi ve önemli bilgiler mevcut. Türkünün yaranma tarihinden onun bir Türk genci tarafından kendi köyünde yaşayan aşık olduğu hiristiyan sevgilisi için yazdığı anlaşılmakta. Ikincisi ve belki de en önemlisi türküyü yazan gençin isminin Sinan olması. Üçüncüsü önemli bilgiyse hiristiyanlar ve müslüman Türkler bir köyde beraberce yaşamaktalar. Bu ne anlama geliyor? Bu soruyu az sonra çok ciddi argumanlarla yanıtlamağa çalışacağız, fakat dikkatleri türkünün yazarının üzerine getirmek istiyoruz. Biz artık türkünün Sinan isimli bir müslüman Türk tarafından yazıldığını biliyoruz(müslüman ve Türk olduğunu özellikle vurğuluyoruz). Biz hem de Anadoluda ‘‘Sinan’’ gibi bilinen ismin Azerbaycan türklerinde ‘‘Senan’’ gibi kullanıldığını da bılıyoruz. O zaman burdan yola çıkarak bir gerçeğe varmış oluyoruz: demek ki, türküde ismi geçen Sinanla Hüseyn Cavitin anlattığı Senan aynı kişiler…