Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…

0
1281

  • 1.1
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Rahmetli Savaş Ay 7-8 yıl önce atv’deki bir röportajında Yassıada’yı ziyaret eden turistlerin görüntülerini yansıtmıştı izleyicilerine… 27 Mayıs 1960 darbesi ertesinde Celal Bayar ve Adnan Menderes’le birlikte Demokrat Partililerin tutuldukları ve yargılandıkları Yassıada, kesintili demokrasi tarihimizin önemli bir tanığı olarak sunuluyordu röportajda…
    Bu röportaj sırasında bir rehber Ada’ya getirdiği yabancı uyruklu turistlere, duruşmaların yapıldığı salonu gezdiriyor ve burada neler olduğunu anlatıyordu. Savaş Ay bu rehberin yanına gitti ve “Adnan Menderes kimdi” diye sordu. Rehber de “Ya ikinci ya üçüncü olmalı… Bizim eski Cumhurbaşkanlarımızdan biriydi” diye cevapladı Savaş Ay’ın sorusunu.
    Şevket Süreyya Aydemir Cumhuriyet Türkiye’sinde Doğu illerini gezerken köylülerle konuşur ve onların hâlâ Abdülhamid’in padişah olduğunu zannettiklerini hayretle görür… Kanuni döneminde “Habsburglar”ın elçisi olarak İstanbul’a gelen Baron de Bousbeq ise, Türklerin zaman ve tarih kavramına bakışını özetle şöyle anlatmaz mı?
    – Türklerde zaman kavramı pek yoktur. Mesela bir Süleyman’dan söz ederlerken, bu Padişah Süleyman da, Hazreti Süleyman da olabilir.
    Bugüne dönersek… “Cumhurbaşkanları tarafsız olmalı, bu hep böyle oldu” diye ahkâm kesenler Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatmasını, Cumhurbaşkanı Demirel’in sayısal çoğunluğa sahip Tansu Çiller’e başbakanlık görevini vermek yerine onun partisini bölmesini niye hatırlasınlar ki? Ya da Atatürk’ün, İnönü’nün, Celal Bayar’ın ne kadar tarafsız cumhurbaşkanları olduklarını mı hatırlayacaklar ki?
    Genel tabloya bu açıdan bakarsanız, “İlle de parlamenter sistem kalmalı” diyenlerin, İngiliz tarihi ile Türk tarihini karıştırdıklarını düşünür ve bunu doğal görmez misiniz? Ya da bunların 1961 Anayasası’ndaki parlamenter sistemin 12 Mart darbesi ertesindeki değişikliklerle daha da güçlendiğine inandıklarından kuşkulanmaz mısınız?

    Mehmet Barlas/Sabah

      1. 2
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    ABD’nin efsanevi diplomatı Henry Kissinger’ın Moskova ziyareti ve Putin’le sıcak buluşması, zamanlama ve içerik olarak ilgi çekmemesi imkânsızdı. Amerika ile Rusya arasındaki gerginliğin yeni sürece gireceği ihtimali, yeni etaba girmemesi için Kissinger’ın devreye girme fikri mantıklı gözükmeye başladı. 90 küsur yaşında olan diplomatın Moskova’ya gelişini ve Putin’le özel görüşmesini fazla abartmasalar da, bunun tesadüf olmadığı aşikârdır.

    Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki nükleer bomba kullanımına varacak gerginliğin tarihini hatırlayanlar bilmekteler ki, Kissinger’ın devası zekâsı geçen yüzyılın 70’lerinde, dünyayı bir felaketten kurtarmıştı. Neredeyse bu gerginliğin sona ermesinin tek mimarı olarak Kissinger’ın anılması, şimdiki ziyaretin özünü anlamaya yardım ediyor. Kissinger’ın; Ukrayna meselesinde, defalarca ABD’yi uyardığını biliyoruz. Özellikle NATO üyeliği konusunda hassas olunması gerektiğine dair verdiği demeçler bugünkü ortamda daha da net anlaşılıyor. Burada Amerikan Devlet refleksinin, Kissinger eliyle devreye girdiğini görebiliyoruz.

    Moskova’ya gelmesi, Putin’le onun dilini ve mantalitesini anlayarak konuşması, Kissinger’ın devreye girme çabası olarak görülse de, Putin’in bundan çok memnun olduğunu da, Kremlin’den verilen kısıtlı cümlelerin içeriğinden anlıyoruz. Geçen yazımda da yazmıştım. Putin geri adımı sevmeyen ve bunu başarmayan bir liderdir. Bunu Amerika Devleti de bildiği için, böyle bir hamlenin Kissinger’la işe yarayacağını hesaplamaktadır. Kissinger eski Dışişleri Bakanı ve Başkan’ın eski Güvenlik Müşaviri olarak, derin devlet becerisi olan bir isimdir. Sovyetlerin mantalitesini, döneminde en doğru okuyabilen bir stratejisttir. Putin’in yapısının eski meslektaşlarına benzeyip benzemediğini ölçecek en deneyimli isimdir Kissinger.

    Dolayısıyla Putin’in dilinden anlayan, Sovyetlerin ruhunu, dayandığı noktaların ne olduğunu iyi ölçen birinin devreye girmesi, ABD’nin ve Rusya’nın sağa sola nükleer tehdit yapmasının derecesini ölçmeye yardımcı olacaktır Kissinger. “Putin’in sağı solu belli olmaz” anlayışı, şimdiki Amerikan yönetiminde de hâkim fikir. Lakin burada daha ziyade, “ABD geri adım atar” hamlesinin de devreye gireceği ihtimali çok yüksektir.

    Rusya’nın geri adım atmadan, Rusya’yı kendine mahkûm kılmanın yolunu bulmak şart olmuştur. Rusya’nın içerisinde olmak ve hinterlant olarak gördüğü bölgelerde bulunmak ve sadece hamasetten değil. Farklı aktörlerle, farklı yöntemlerle, Rusya’nın bulunduğu her yerde olmak şarttır. Ancak o şekilde, Rus oyunlarına yeni oyunlarla cevap vermek mümkün. Görünen o ki, bu coğrafyada Rusya ile sık sık karşılaşılacağız.

    Sevil Nuriyeva/Star

      1. 3
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Geçtiğimiz hafta, “Suriye’lileri Destekleyin” sloganıyla, dünya liderlerinin katılımıyla Londra’da gerçekleştirilen bağış toplantısı sırasında, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin söylediği iddia edilen bazı sözleri basına sızdı. Kerry, sahne arkasında bazı Suriyeli yardım çalışanlarına Suriye’de üç ay boyunca sürecek yoğun bir bombalama kampanyasını beklemelerini ve bunun silahlı Suriye muhalefetini “kırıp geçireceği”ni söylemişti.
    Middle East Eye’da çıkan habere göre, Cenevre Toplantısı’nın sonuca ulaşmayıp ertelenmesinin hemen arkasından gerçekleşen Londra’daki bağış toplantısında, Kerry’nin yardım çalışanlarına ayrıca Cenevre’nin çökmesinden muhalefetin sorumlu olduğunu söylediği belirtildi. Kerry böylelikle, şimdiye kadar 2.000’den fazla sivili öldüren ve yüzbinlerce yeni mülteciye kapı aralayan Rusya bombalamasının ve Esed saldırılarının suçunu da muhaliflere atmış oluyordu.
    Sanırım öldüklerinden ötürü suçlu olan muhaliflere karşı Kerry’nin bu bakış açısının, sadece kendisine ait olmadığını görmek zorundayız. Bu haberin sızması ertesinde görüşü sorulan ve herhangi bir yalanlamada bulunmayan Amerikan yetkililer de şaşkınlık hissi yaratmıyor bende. Midem bulanıyor evet, ama şaşırmıyorum. Zira Suriye’de sahada olan tam da budur. Türkmenler dahil muhalifler iki aydır silah yardımı alamamaktan şikâyet ederken, Rusya, sözde DAEŞ’i vurmak için girdiği Suriye’de sadece sivilleri ve muhalifleri bombalıyor.
    Kerry, Suriyeli yardım çalışanlarına, Amerikan kibrinden beklendiği şekilde, “Beni suçlamayın. Gidin, ‘kendi’ muhalefetinizi suçlayın” demiş ve şöyle devam etmiş: “Benden ne istiyorsunuz? Rusya ile savaşa mı gireyim? İstediğiniz bu mu?” Bu cümleler, ABD’nin sadece acizliğinin değil; Ortadoğu’da Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerden çok İran, Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin müttefiki olduğunun kanıtıdır. ABD, bölgeyi Rusya hegemonisine kendi eliyle teslim ediyor. O yüzden Suriye politikamızı ABD yanımızdaymış gibi davranarak planlamaya bir son verip, göbeğimizi nasıl kendimizin keseceğini, kriz içinde olduğumuz ama ittifak potansiyellerinin de bulunduğu diğer ülkeleri de nazarı itibare alarak hesaplamak durumundayız. Velhasıl, Amerika’yı unutun!

    Hilal Kaplan/Sabah

      1. 4
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Suriye’yi işgal etmesine dayanak yaptığı ve hoyratça kullandığı ağır mezhepçi söylem ve gündem, İran’ı Suriye’de- diğer ülkelerde olduğu gibi- mezhepçi politikaların başaktörü yaptı. Suriye ve Irak’ta İran’ın komutasında hareket eden, mezhepçilik dolmuşuna bindirilmiş çapulcular, mezhepleri için değil kendi ülkelerinde insanca yaşamak için mücadele eden her Iraklıyı, her Suriyeliyi işkence ederek öldürdüğü zaman askerlerin cesetleriyle birlikte o tabutlarda ‘İran İslam Devrimi’nin ‘İslamiliği’ de gidiyor.
    İran bölgede statükonun en büyük aktörü. Bu haliyle Mübarek’in veya Sisi’nin Mısır’ından, Kaddafi’nin Libya’sından, Ali Abdullah Salih’in Yemen’inden veya Bin Ali’nin Tunus’undan hiçbir farkı yok. İran artık bir anti-devrim güç konumunda. Eskiden devrim ihracı suçlamasıyla yaklaşılırdı İran’a, fakat İran artık bir devrim tıkacı. İran’ın bölgedeki en büyük statüko aktörlerinden biri olan Suriye Baas rejimini ayakta tutmak için şehit ettiği her Suriyeli, Esed rejimine üflediği her nefes, bölgede ve uluslararası platformlarda Esed rejimiyle birlikte girdiği her kare, Tahran’a giden tabutların içerisine İran’ın ‘devrimci’ söylemlerini de koyuyor. Bu yüzden Tahran’a giden tabutların içinde statükoyu koruma adına ölmüş İran askerlerinin cesetleri var.
    İran’ın Suriye’deki işgaline meşruiyet kazandırmak için ortaya sunduğu tüm gerekçelerin birer birer İran’ın yüzüne çarpıldığı günleri yaşıyoruz. Hayır, İran Suriye’yi herhangi bir ’emperyalist’ projeden kurtarmaya çalışmıyor. Tam aksine İran, Suriye’yi yakın zamanda anlaşıp eteklerine yapıştığı ‘ABD emperyalizmiyle’ birlikte, emperyalizm madalyonunun öteki tarafı olan Rusya’nın kutsalsız ve tanrısız emperyalizminin insafına terk etti. Yani İran Suriye’de kendi deyimleriyle ’emperyalist bir projenin’ gönüllü maşası hükmünde. Tahran’a giden tabutlarda, İran’ın ve emperyalizm üzerinden duyar kasan sevgi pıtırcığı İrancıların anti-emperyalist söylemleri ve gerekçeleri de var.
    İran bölgenin yeni İsrail’i artık. İşgalini her derinleştirdiğinde daha kalıcı olduğunu düşünen fakat işgal ettiği topraklarla birlikte tüm bölgeye daha da yabancılaşan ve nefret figürü haline gelen İsrail gibi İran da artık derinleşen işgaline rağmen bölgeden kopan bir işgal gücü. İsrailleşen İran’a gönderilen tabutlar çok ağır, o tabutlara omuz vermenin de ağır bir vebali var.

    Ufuk Ulutaş/Akşam

      1. 5
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Dün dördüncü yılını doldurduğumuz 7 Şubat 2012 darbeye teşebbüs sürecini aktarmaya başlamıştım… KCK’nın içine sızmış MİT’çilere yapılan baskını öğrenen MİT görevlileri, konunun anlaşılması için soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Savcılar ile görüşmeye karar verdi Aralık 2011’de. MİT yetkilileri, 7 Şubat darbe girişimiyle adını duyuracak olan Fethullahçı savcılarla o gün tanıştı. MİT görevlileri soruşturma savcılarına, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın özel çalışmasını anlattı. Konunun deşifre olması halinde pek çok MİT elemanının hayatının tehlikeye gireceğini ifade etti ve ‘Ulusal güvenlik sorunu’ ortaya çıkabileceği kaygısını paylaştı.
    MİT mensuplarını dinleyen Fethullahçı savcılar “Canınız bize emanet, bu bilgiler bizden çıkmayacak” dediler. Ayrıca istihbari çalışmaya zarar gelmemesi için özen gösterecekleri sözü de kayda geçti. Hatta anlatılanlar karşısında Savcı Bilal Bayraktar, bir ara şaşkınlığını gizleyemedi ve “Böyle çalışmaları biz CIA gibi istihbarat örgütlerinin yaptığını düşünürdük. Gerçekten göğsümüz kabardı’ diyerek MİT görevlilerini övmeyi de ihmal etmedi. Bunların hepsi kayda alındı…
    Fakat MİT’in çalışmasına duyduğu hayranlığı dile getiren savcılar aynı gün, istihbarat faaliyeti yürüten MİT görevlileri için teknik takip kararı aldırdı. Savcıların özel seçtiği polis ekibi, terör gruplarını takip etmek yerine, terör gruplarına sızan MİT mensuplarını izlemeye özel öncelik verdi. Günübirlik raporlarla savcılara bilgi aktarılırken kapsamlı operasyon için hazırlık devam etmekteydi. MİT mensupları büyük bir dava sürecinin parçası olduklarından habersizdi. KCK Basın Konseyi’ne yapılan operasyon sonrası hazırlanan dosya aslında Müsteşar Hakan Fidan’a odaklanmıştı. İstanbul ve Ankara’da açılan diğer soruşturmalar da aynı dosyada birleştirilerek tek operasyonla işlem tamamlanacaktı. “Devletin savcısı, devlete operasyon yapmaz” düşüncesiyle hareket eden MİT görevlileri iç huzuruyla ayrılırken büyük bir tuzağın parçası olacaklarından habersizdi.
    Gözaltına alınan M.Ö. Fethullahçı şebeke için Hakan Fidan’a gidecek kestirme yol olarak seçilmişti. Bu isim adına söylettirilecekler üzerinden Fidan’ın tutuklanması tasarlanıyordu. Diğer sanıklardan ayrılan M.Ö. için itinalı bir yaklaşım gösterildi. İfade için İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcısı FETÖ mensubu S.B.’nin odasına götürüldü. MİT’in, PKKKCK yapılanması çalışması hakkında detay almaya çalışanFethullahçı polisler, taktik bir manevra uyguladı. Kendi ayarladıkları avukatı MİT’ten gelen avukat gibi tanıtıp M.Ö.’den iki yıl büyük bir emek harcanan KCK yapılanmasına yönelik çalışmayı aldılar. M.Ö. savcılıktan serbest bırakılırken onun çizdiği şema Fethullahçı şebekenin eline geçti. Böylece, 7 Şubat 2012 darbe teşebbüsünün altyapısı da kuruldu.

    Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah

      1. 6
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Şimdi yeni bir süreç, yeni bir tehlike söz konusudur. Artık CHP için bir ‘Türkiyeleşme’ projesine ihtiyaç duyulan bir sürece girilmiştir. Bugün CHP, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir parti olarak hızlı bir biçimde bir yol ayrımına gitmektedir. Partinin kendini yenilemesi, demokrasi çizgisinde milli bir siyaset üretmesi yerine, hızla ülkeyi kutuplaştıran ‘mezhepçi/otoriter bir örgütselleşmeye’ kayması tartışılmaktadır.
    Kemalizm’i eleştirip, tek partinin faşizan uygulamalarını ve politik zihniyetini analiz ederek oradan demokratik bir siyaset arayışına yönelmek varken; üstelik bu duruma dair Turan Güneş, Bülent Ecevit, İsmail Cem, Deniz Baykal gibi isimler tarafından başlatılmış çalışmalar ortadayken, bunları yok sayarak sıfır noktasına dönerek, otoriter bir anlayışla daha geri bir yere doğru yönelmek ciddi bir sorundur.
    “Gazi Cumhuriyet’i kurarken ‘İmparatorluktan yeni bir rejime’ geçişi, bu yeni rejimin dayandığı ‘ulus devlet’ yapısını etnik ve mezhepsel bölünmeleri aşacak bir imkân olarak görmüştü. Tek Parti kurulurken (yani CHP) ona yüklenen en önemli misyon, bu geleneksel bölünme eksenlerinin aşılmasına dönük beklentilere dayanmaktadır ki, burada aydınlanma düşüncesinin etkisi açıktır.”
    Bunun tek partili otoriter bir düzende gerçekleşmeyeceğini tahmin ediyor olmasına rağmen, bu sorunu aşmada başarılı olunduğu söylenemez ki, cumhuriyetin otoriterleşmesi dediğimiz mesele buradan doğmuştur. CHP’nin tarihsel olarak üzerinde oturduğu bu sorunu ideolojik olarak aşmasına dönük geçmişte yapılanların yetersiz olduğu açıktır, fakat bunu mezhep ya da etnik eksenli bir çizgiye götürecek her davranış, sosyolojik bakımdan gerici bir hareket olacaktır. Bu durumun politik anlamı ise Gazi’nin kurduğu partiyi ele geçirip O’nun milletleşme sürecinde partiye yüklediği misyonu tersine çevirmektir. Atatürk’ü poster meselesi üzerinden tartışan bir CHP, sorunun büyümekte olduğunu göstermektedir.

    Vedat Bilgin/Akşam

      1. 7
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    AKPM’de yeni üyesi olduğum ALDE (Avrupa için Liberaller ve Demokratlar İttifakı) grubunda geniş bir Suriye sunumu yaptım. AKPM’deki konuşmamda, yeterli, doğru ve hızlı önlemlerin bugün alınmaması durumunda, 21. yüzyılda dünyanın iki büyük soruna, yani büyük göçler ve güçlü terör örgütleri, hatta devletlerine mahkûm olacağını ifade ettim. Türkiye’nin daha fazla mülteci almasını cesaretlendirerek veya Yunanistan sınırına duvarlar çekerek bu iki sorunu da çözmenin mümkün olmadığını, kitlesel göçlerin nedenlerinin zaten terör örgütleri ve Esed gibi halkını öldüren diktatörler olduğunu ifade ettim. O zaman sorun, ancak Suriye ve Irak gibi ülkelerdeki iç savaşlar sona erdirilerek, bu ülkeler yeniden ihya edilerek ve çalışan bir devlet sistemi inşa edilerek çözülebilirdi.
    Yani aslında, Ortadoğu konusunda Batı’nın ahlak değiştirmesi gerekiyor. İstedikleri kadar bu ülkelerin halklarına, yöneticilerine, entelektüellerine ve topyekûn İslam’a kusur bularak yürek soğutabilirler. Ancak, biz biliyoruz ki, ABD ve AB Mısır’daki Sisi darbesini alkışladı. Bu destek, Ortadoğu’da sivil siyasete dönük yeşermeye başlayan inancı, henüz fidanken öldürdü.
    SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesini sağlamak üzere Sovyet yanlısı hükümete karşı desteklenen, silah ve para verilen mücahitlerden, Taliban ve El Kaide hareketi palazlandı. Evet, SSCB bu işgal neticesinde çöktü, Doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri özgürleşti ama, 1980’lerde desteklenen Usame Bin Ladin yüzünden Irak ve Afganistan yeniden işgal edildi. SSCB tehlikesi de Putinizm üzerinden yerli yerinde duruyor. Yani ortada bir ahlak sorunu var. Bu ahlakta değişen bir şey var mı? Pek yok. Mülteciler Avrupa’ya yönelmeseydi, Türkiye’ye dönük empati gösterme eğilimi de olmayacaktı. Ama öte yandan, ABD ve pek çok ülke daha, dün Afganistan’da Bin Ladin’e verdikleri desteğin aynısını bugün PKK ve PYD’ye veriyorlar.
    1980’lerde Zbigniew Brezizinski’nin Başkan Carter’a kabul ettirdiği konsept bugün de Suriye’de tekrarlanıyor gibi. Brezizinski’nin konseptinde kötücül de olsa bir “akıl” ve “strateji” vardı. Küçük şeytanlarla işbirliği yapılarak büyük şeytan, SSCB çökertilmişti. Bugün Başkan Obama’nın Ortadoğu tercihlerinde böyle bir akıl var mı? Bu büyük bir soru. Bana yokmuş, Obama süresini savmaya çalışıyormuş ve sürükleniyormuş gibi geliyor. Ama ya yanılıyorsak, bu stratejisizliğin altında bir akıl varsa bu ne olabilir? Bu sorunun cevabı hayati ve doğrudan Türkiye’nin kaderini ilgilendiriyor. Türkiye dikkatini bu konuya vermeli ve mutlaka doğruyu tesbit ederek onu icra etmeli.

    Markar Esayan/Yeni Şafak

      1. 8
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    ‘Yiyip içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat’ denir. Ancak, hepi topu 5-6 güne sığan ve Latin Amerika’nın 3 ülkesini yani Şili, Peru ve Ekvador’un yanında Senegal’i de kapsayan bir gezi ile ilgili olarak, gezip görülenler yerine yiyilip içilenleri anlatmak
    Karşılama, heyetler arası ve ikili görüşmeler, ziyaretler, ayrıca DEİK işadamları heyetinin düzenlediği toplantılara iştirak . Derken Santiago’dan Peru’nun başkenti Lima’ya hareket. Aynı şekilde görüşmeler, ziyaretler ve yine ayağının tozuyla Ekvador Quito’ya geçiş. Halkın da iştirak ettiği sıcak bir karşılamadan sonra yine görüşmeler… Quito’dan yola çıkıp Dakar’da Senegal Devlet Başkanı ile çalışma kahvaltısı sonrası İstanbul’a hareket… İlk bakışta, ne geziymiş denilecek gibi olsa da, bu kadar kısa süre içerisinde bunların yapılması, hiç ama hiç kolay değil. Cumhurbaşkanımızın Dakar İstanbul arasındaki sohbette söylediği: ‘Sizler hiç değilse gezip görebildiniz, biz toplantıdan toplantıya koştuk’mealindeki sözleri ise konunun bir başka tarafı.
    Bir kısım medya konuya Ekvador’da yaşanan küçücük bir olayın penceresinden bakmayı tercih etmiş olsa da, Latin Amerika gezisi, Türkiye’nin geleceği açısından büyük öneme sahipti.
    Şili, Peru, Ekvador ve Senegal’le var olan ilişkileri hemen her açıdan geliştirmek, ticaret hacmini mümkün olduğu kadar artırmak, söz konusu ülkelerle çeşitli sahalarda ortak faaliyet imkanları aramak için yapılan bu gezi de, daha öncekiler ve inşallah bundan sonra gerçekleşecek benzerleri gibi, Türkiye’yi her gün bir adım daha ileri taşımaya gayret etmenin ifadesi.
    Türkiye’den bu kadar uzakta bulunan bu ülkelerden ne çıkar şeklinde bir soru akıllara düşebilir belki. Ancak Peru’nun başkenti Lima’da okyanus kenarındaki bir balık lokantasında Sabah Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak önünde bulunan tabağın arkasını gösterdiğinde, bu tür faaliyetlerin ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha anladık: Tabaklar Türkiye’nin bir porselen firmasının (Güral) imzasını taşıyordu… Lima sahilinde bir lokantadaki Türkiye malı porselen tabaklar, ‘Peru nire, Türkiye nire’ demenin anlamsızlığını hatırlattı hepimize.

    Ekrem Kızıltaş/Takvim

      1. 9
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Fikir adamı ve köşe yazarı Taha Akyol, Hürriyet Gazetesi’nde “Hukuku savunmak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Taha Akyol yazısında yargının siyasallaşmasından haklı olarak şikâyet ediyor. Yargı bürokrasisinin siyasal iktidara bakarak hiza almasının, onun çizgisine ve söylemine uygun iddianameler hazırlayıp davalar açmasının yanlışlığını vurguluyor. Bu şikâyete ve tespite bir ölçüde hak veriyorum.

    Bugünlerde yoğun hukuk okumaları yapıyorum. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin namlı hocalarının kitaplarını topladım. Bazılarındaki bilgi zenginliği, kavrama derinliği gerçekten hayranlık uyandırıcı. Meselâ Orhan Münir Çağıl tam bir hukuk felsefesi üstadı. Başkaları da var. Gelin görün ki, hukuk tarihinden etraflıca haberdar, hukukun kaynağını, amacını ve fonksiyonlarını çok iyi bilen bu isimler iş günlük siyasete gelince tipik Kemalist çizgiye dönüyor, bildikleri ve akademik hayatta savundukları her şeyi tabiri caizse yırtıp atıyor. Aynen bugün görevde olan bazı yargıçların birkaç sene önce bir anketi cevaplarken “devletim söz konusuysa hukuk filan tanımam” demesi gibi…

    Türkiye’de yargı hiçbir zaman ülkede hukuk güvenliği, tarafsız ve yetkin hâkimler, terazisi iyi işleyen bir adâlet sistemi var dedirtici bir performans sergilemedi. Taha Bey’in haklı olarak şikâyet ettiği problemler de AK Parti ile başlamadı. AK Parti malum mirası devraldı ve şu veya bu ölçüde ona ortak oldu. Bu çerçevede, son davaların bazılarında hükümetin tavrının ve söyleminin hiç tesiri yok diyemeyiz.

    Ancak, Türkiye’de tek güç odağı siyasetçi değil. Hukukçuların kendileri de bir güç odağı teşkil edebilir. Ayrıca, sivil görünümlü yahut üniformalı başka güç odakları da var. Bunlar uzun vadede siyasetçiden daha etkili. Nitekim 1960 darbesinin faillerinin Menderes’in idamına doğru yürümesinde ilişki tersineydi. Hukuk akademisyenleri siyasete bakıp hiza almadı, aksine, siyasete bizzat hiza verdi. “Kansız devrim olmaz” dedi ve darbecileri Menderes’i idam etmeye kışkırttı. 28 Şubat sürecinde savcılar bir başka güç odağı olan askerlerin talimatıyla -en azından telkiniyle- büyük demokratik meşruiyete sahip iktidar partisine kapatma davası açtı.

    Türkiye son yıllarda başka bir olaya şahit oldu. Bazı yargı bürokratları, teokratik bir yapılanmaya bağlı olarak, hukuku gayri meşru iktidar mücadelesinin aracına çevirdi. Mesleğin kendilerine sağladığı dokunulmazlığa güvenerek seçilmiş siyasetçiye savaş açtı. Sonunda durum yargıya intikale etti. Bu çerçevede hazırlanan iddianameler, yürütülen davalar problemli olmazsa şaşırırım. Ama böyle bir savaşın açılmadığı ve hâlen yürütülmekte olmadığı iddiasına kimse inanmaz. Ortaya çıkan bütün veriler, hükümete karşı girişilen savaşta ön cephede yer alan yargı bürokratlarının koordineli hareket ettiğini, bir mekanizmanın parçası olduğunu, birçok hileye/suça bulaştığını gösteriyor. Taha Akyol’un şikâyetlerine ve endişelerine ilke düzeyinde katılıyorum. Ancak, çizdiği tablonun eksik ve tek taraflı olduğu kanaatindeyim…

    Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl

      1. 10
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Önce Beyazıt Öztürk’ün programında öğretmen olduğunu söyleyen bir seyircinin sözlerini ve şovmenin onu alkışlamasını konuştuk. Daha sonradan öğretmen olmadığı ortaya çıkan kadın “Devlet PKK’ya operasyonlar sırasında sivilleri öldürüyor” anlamına gelecek şeyler söylemişti. Aynı hikâyeye cumartesi gecesi Star TV’de yayınlanan Okan Bayülgen’in programında da şahit olduk. Bir genç kız program esnasında sahneye fırlayıp kazağını çıkarttı ve sutyeniyle kaldı. Okan kızı sakinleştirip ne söylemek istediği sordu.
    Kız “teşekkür etmek istiyorum AKP vekillerine ve…” diye devam ederken sunucu kıza “yeter” dedi kazağını giydirip koltuğuna oturttu. Ardından da kendisini desteklediğini ancak programını “korumak” için daha fazla devam etmesine izin vermeyeceğini söyledi. Bakalım yargı, Beyaz’a yaptığı gibi işgüzarlık edip yine soruşturma başlatacak mı?
    Öyle ya, bu iki olayda protestocuların söylediklerini ekranlarda ilk kez mi duyuyoruz? Sabah akşam tüm tartışma programlarında, tüm ana haber bültenlerinde yukarıda sarf edilen eleştirilerin on kat daha serti yapılmıyor mu?
    Bu ülkede çıkan gazetelerde, dergilerde ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanının boynuna idam ipleri geçirilmiyor mu? Ailesi hakkındaki galiz küfürler, hakaretler kimi mizah dergilerinin klişe değil mi?
    Sinema filmlerinde, dizilerinde yer bulmak isteyen oyuncular performanslarını Cumhurbaşkanı hakkında “çıktı yine tipini…” şeklinde küfürlerini sosyal medyada sergileyerek göstermiyor mu?
    E o halde nedir bu gürültü. İki eğlence programında iki kadının çıkıp bir şeyler söylemesini bu kadar büyüterek, “ülkede kimse ağzını açamıyor” propagandası yapanlara malzeme vermiyor musunuz?
    Ota çiçeğe sonucunda hiçbir şey çıkmayacak soruşturmalar başlatarak, bu histerik sınıfa altın tepsi içinde mağduriyet fırsatı vermekten vazgeçin. Çünkü böyle davranarak Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy vermenin aşağılanma gerekçesi sayıldığını, HDP’yi ve PKK’yı eleştiren sanatçıların öldüresiye dövüldüğünü, iktidara yakın gazetecilerin korumayla ve silahla gezmek zorunda bırakıldığını unutturuyorsunuz.
    Türkiye’de ekranı en çok karartılanların, başta Abdülhalik Çimen yönetimindeki aHaber olmak üzere, halkın genelinin siyasi tercihlerini destekleyen, Ak Parti tabanına yakın kanallar olduğunun tartışılmasını engelliyorsunuz.
    Bırakın, Gezi döneminde başlatılan “tek adamın ülkesinde gıkımızı çıkartmıyoruz” tiratlı bu üç kuruşluk operalarla debelenip dursunlar, bizler de neşemizi bulalım. Beyaz, Okan, sırada hangi sahne var?

    Melih Altınok/Sabah

      1. 11
      2. 11
    • Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Editörün seçtiği 10 köşe yazısından…
    Konu ise çok basit.. Öyle gazetelerde, “Melek anne, 40 yıllık evinden çıkartılıyor” falan manşetleri attırmaya hiç gerek yok.. O ev dediğiniz yer.. Melek annenizin şahsına ait ise.. Hiçbir sorun yok. Ne kayyım karışır oraya. Ne savcı.. Ama o ev dediğiniz, binlerce metrekarelik taşınmaz.. Koza Holding’e ait ise.. İşte o zaman iş değişir.. Koza Holding’e kayyım atandığına göre.. O ev dediğiniz malikaneyle ilgili her türlü karar da.. Kayyım tarafından alınacak demektir.. Anladın mı, TED mezunu Akın?. Anladın mı, University of Evansville’ı bitirmekle, ekonomist olacağını zanneden Akın?.

    Akın İpek, laf hokkabazlığı ile.. Konuyu dramatize etmeye çalışıyor. “Kayyımlar, şirket sahiplerinin evlerini kullanabilirler mi? Şirket sahiplerinin odalarına izinsiz girebilirler mi? Şirket sahiplerinin yatak odalarını kamera ile kaydedebilirler mi?” diye soruyor.. Hemen isyan ediyorsunuz, “Ne demek, insanların evlerine izinsiz girmek, yatak odalarına kamera koymak” diyorsunuz değil mi?.

    Hiç isyan etmeyin. Aldanmayın, bu laf hokkabazlarına.. Tek soru sordunuz mu.. Bütün havaları söner, bu hokkabazların.. Soru şu: “Yatak odasının tapusu, şahsa mı ait, şirkete mi?” “Laf hokkabazlığı”nı da açayım.. Akın bey hukukçu değil ama.. Yüz milyonlarca dolarlık şirketleri yöneten büyük bir işadamı.. “Şirket sahibi” diye bir ifadenin hukuk hayatımızda yeri olmadığını, bilmesi gerekmez mi? Hukuk hayatımızda da, ticari hayatımızda da..

    Yemezler Akın kardeş. Yemezler.. Hele hele.. O “ev” dediğiniz malikanedeki odaları sayarsak.. Kandırdığınız tabandaki o saf ablalar da yemezler, bu numarayı.. Basit bir ev gibi gösterilen taşınmazda kaç oda var diye merak mı ediyorsunuz? Aktaralım..

    10 mutfak, 15 yatak odası, 2 sinema salonu, 2 masaj salonu, 2 sauna, 22 banyo, 5 yemek odası, 1 kahvaltı salonu, 1 kütüphane, 11 salon, 38 araçlık otopark, 16 depo, 1 TV odası, 3 teknik oda, dev havuz, barbekü evi, özel fırın, 2 tane toplantı salonu.. Şimdi soru şu: “Melek annemiz gerçekten, 40 yıldır bu evde mi oturuyordu?”

    Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.