Son Umudumuz Anzak

0
2698

Yayınlanmamış romanın, gösterime girmemiş filmin olağanın dışına taşan tanıtımından hep pirelenmişimdir. Okuru, seyirciyi tava getirmek, basılmamış eserin, gösterimi başlamamış yapımın müşterisini yaratmak cinliği olarak bakmışımdır.

Russel  Crowe’nin “Son Umut” filminin pazarlanmasında da aynı yöntem izlendi. Sermaye medyasının çekim öncesinden başlayan kampanyası filmin gösterim arifesinde daha da yoğunlaştı. Son Umut pazarlamacılarının işini kolaylaştıran en önemli etken kuşkusuz ki Türk halkının derin bilinçaltında yaşattığı Çanakkale algısıdır.

Avustralyalı yapımcı-oyuncu Crowe’un, Yılmaz Erdoğan ile Cem Yılmaz’a verdiği rol ise Türkiye pazarına yönelik bir hesabın sonucudur. Filmin ağırlıklı sahnelerinin çekildiği ülkenin insanlarını sinema salonlarına çekmenin akıllıca bir yönetimi olarak değerlendirilmelidir.

Son Umut, Çanakkale muharebelerinde kaybolan üç oğlunu arayan Avustralya’ lı baba Joshua Connor’un hikayesini anlatıyor. Barbar Türklere ders vermek için geldikleri Gelibolu’dan dönmeyen evlatlar, umutsuz bekleyişin intihara sürüklediği anne, karısına verdiği sözü tutup ver elini Türkiye diyen Avustralyalı baba filmin girizgahı oluyor.

Her batılının bilinçaltındaki oryantalist tortular Crowe’nin İstanbul’a ayak basmasıyla resmi geçide başlıyor. Şehrin her zerresine sinmiş şark atmosferi, sokakların, yapıların egzotik panoraması, batılı beyaz adamı şaşırtan karmaşası hayal perdesinden akıp gidiyor.

İstanbul’a ayak basar basmaz bavulunu kapan afacanın ardından –hırsız sanmıştır –  nefes nefese konaklayacağı pansiyonu bulan Connor burada gönlünü çalacak hırsızla karşılaşacaktır: Küçük hanutçu Orhan’ın annesi  Ayşe  Çanakkale şehidi bir yedek subayın karısıdır.  Ömer, şehit ağabeyinin dulu Ayşe’ yi ikinci eş olarak nikahına alıp pansiyona konma hesabındadır. Batı filmografisinin değişmez kuralı ise egzotik güzel batılının, kötek şarklının hakkıdır! Connor’a  abayı yakan pansiyoncu Ayşe özelinde bu değişmez racon bir kez daha tekrarlanıyor.

Kocasını şehit eden düşmanın babasına gönlünü kaptıran Türk kadın karakterinin bizim Çanakkale’mizde yeri olmasa da ötekinin Gallipoli’ sinde özel bir önem taşıdığı anlaşılıyor. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde batılı terbiye içinde yetişmiş olsa bile bir Türk kadınının pansiyon işletmesi, yabancı müşterilere hizmet etmesi, kadın erkek bir arada oynaması, Anzak’ a abayı yakması gibi dönem sosyolojisine uygun olmayan gönül parantezini burada kapatıp konumuza dönelim.

İngiliz makamlarının zoraki engellerini aşıp Gelibolu’ya ulaşan baba, oğullarından 4 yıl sonra Anzak Koyundadır.  Bir İngiliz heyeti de ölülerinin yerlerini belirlemek ve haritalara işlemek  için aynı bölgede bulunmaktadır. Çanakkale muharebelerinde işgalcilere karşı savaşmış Binbaşı Hasan ( Yılmaz Erdoğan) ile Cemal Çavuş’un ( Cem Yılmaz ) bulunduğu bir Türk heyeti de  İngilizlere refakat etmektedirler.

Filmin ilerleyen sahnelerinde Binbaşı Hasan’ın, Connor’un oğullarını tanıdığı ortaya çıkacaktır! Anzak baba ile muhabbeti ilerleten binbaşının gözleri önünde 1915 hengamesi tekrar canlanıvermiştir. Yaralı Türk askerini çatışmanın en kanlı safhasında şefkatli kollarına alıp Türk siperlerine teslim eden o kahraman Anzak’ı hemen hatırlamıştır! Mehmetçiğin bir bebek itinasıyla kucaklayıp düşman siperlerine bıraktığı yaralı Anzak hikayesinin de resmi tarihin uydurmalarından biri olduğunu bu vesile ile öğrenmiş oluyoruz!

Medyanın Son Umut hakkında uyandırdığı nafile umutlar, kampanyanın başarısı olarak not edilmelidir. Çanakkale destanının görselini izleyip, Anafartalar kahramanını beyaz perdede seyretmek hevesiyle sinema salonlarını dolduranlar son umut kırıntılarını da koltuklarda bırakarak dışarı çıkacaklardır.

Geçen asır Çanakkale’yi işgalcilere dar eden Mehmetler, 100 yıl sonra sömürgeci tetikçileriyle hayal perdesinde eşitleneceklerini kuşkusuz ki düşünemezlerdi. Analarının ak sütü gibi helal zaferlerine işgalcilerin ortak edileceğini yemin billah söyleseler de inanmazlardı.  Hele özgür bir vatan bıraktıkları kimi torunlarının işgalcileri övgüdeki sınır tanımazlıklarını hayal bile edemezlerdi.

İyi ki Mehmet’in hakkını Anzak’a veren Mükremin Çıtırları görmeden bu dünyadan göçüp  gittiler.

Önceki İçerikSoykırım
Sonraki İçerikHayatın Renkleri
Hüseyin Özbek
1951 yılında Kastamonu'da doğdu. Çorum Öğretmen Okulu sonrası Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde öğrenim gördü. Edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. 2002-2004 arası İstanbul Barosu Baro Meclisi ve İnsan Hakları Merkezi yürütme kurullarında bulundu. 2004-2006, 2006-2008, 2008-2010 dönemlerinde İstanbul Barosu Yönetim Kurulunda Genel Sekreterlik görevini yürüttü. Roman, öykü çalışmalarını sürdürmektedir. Deneme ve eleştiri türünde yayınlanmış kitapları vardır.2010-2012 döneminde İstanbul Barosu Genel Sekreteri olarak görev yaptı. ÇEKÜL -Çevre ve Kültürel Değerleri Koruma Vakfı- Yüksek Danışma Kurulu Üyesi, 68’liler Birliği Vakfı Danışma Kurulu üyesidir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Serbest avukat olarak çalışmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.