“150 yıllık siyaset uygulanıyor”

0
2751

“150 yıllık siyaset uygulanıyor”

Söyleşiyi Yapan: Nurten ERTUL
 “150 yıllık siyaset uygulanıyor”

Söyleşiyi Yapan: Nurten ERTUL

Son Darbe ile tarihimizdeki 31 Mart vakasının karşılaştırması “150 yıllık siyaset uygulanıyor”

Havadis Türk internet gazetesi yazarı Nurten ERTUL yine çok konuşulacak bir söyleşiye imza attı. Hacı Vesim Paşa ailesinin Evlâd-ı Ekberi Ali Haydar Volkan, hiç yapılmamış bir söyleşi gerçekleştirdi. Keyifli okumalar…

Eski Başbakan ve Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Profesör Doktor Tansu Çiller’in Başdanışmanlarından Osmanlının Aksaray’lı (Deli) Mehmet (Sivil) Paşa ( Bahriye Muhakemat Reisi ) ile son Kaptan-ı deryası; Hacı Vesim Paşa ailesinin, Evlâd-ı Ekberi Ali Haydar Volkan, geçmişin izinden giderek bugünü ve geleceği karşılaştırıyor. Volkan, Türkiye’de 150 yıl önce alınan kararların, son yaşanan darbeden sonra, hızla hayata geçirildiğini söylüyor.

Türk reklamcılığının en önemli isimlerinden Nail Keçili, Ünver Oral ve Eli Acıman’la yıllarca çalışan, Sabancı, Koç, Yaşar Grubu başta olmak üzere dev gibi isimlere hizmet üreten, Türkiye’nin fotoğraflarla ve multivizyonları ile dünya çapında tanıtımlarında, önemli görevler üstlenen, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin 22.göbek torunu, Osmanlının son bahriye nazırı ile Kaptan-ı deryası Hacı Vesim Paşa’nın torunu, cumhuriyet döneminin önemli filozoflarından Sakallı Celal’in ikinci göbek kuzeni Ali Haydar Volkan, unuttuğumuz daha pek çok değerleri üzerinde taşımakta. Kim olduğunu soranlara “HİÇİM” diyecek kadar Mevleviliğin ruhunu etrafındaki herkese yansıtan, Ali Haydar Volkan ile hem unutulan değerlerimizi hem de hayatlarımızda travmalar yaratan 2016 model darbeyi konuştuk. Tarihimizde bir eşinin daha yaşandığı 150 yıl öncesine gittik ve bir Osmanlı paşa ailesi mensubu Ali Haydar Volkan’dan şaşırtıcı benzerlikleri dinledik. Bir süre başbakan danışmanlığı da yapmış olan Ali Haydar Volkan’ı anlatmaya satırlar yetmez, amma velakin bilgi ve güç merkezli Osmanlıdan günümüze kadar ulaşan aile tarihinde yaşananları dinleyerek yaptığımız tanıklığı, paylaşmanın da tarihe not düşmek olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden lafı uzatmadan, Ali Haydar Volkan’a kulak verelim istiyorum.

N.E. : Ali Haydar Volkan kimdir?

A.H.V. : Bestekar ve rebabî Sabahaddin Volkan ile piyanist Mukadder Volkan’ın ilk ve tek çocuğu olarak 1944 yılında İstanbul’da doğdum. Annemin, anneannesi çok genç yaşta İstanbul’a gelmiş ve Müslüman olmuş bir Alman’dır. Üç yaşında silâh, beş yaşında fotoğraf makinesi kullanmayı öğrendim. Anne tarafım Osmanlı aristokratıydı. Çünkü Büyük dedem Osmanlı’nın son Kaptanı Deryası Hacı Vesim Paşa. Baba tarafım, İstanbullu burjuvaydı. Abdülkadir Geylanî hazretleri ile doğrudan rabıtalı olmakla beraber, Babaannemin, Büyükbabası harpte Osmanlıya esir düşmüş, ancak ülkesine geri dönmeyerek Müslüman olarak kalmış bir İngiliz subayı. Bu iki köklü İstanbul ailesinin Evlâd-ı Ekberi olarak müthiş yoğunlukta kültür ve sanat çevresinde önemli bir gelir içinde Üsküdar’daki meşhur Vesim Paşa’nın yanan yalısı ile Göztepe’deki köşkümüz arasında büyüdüm. Dünya için antik ve bilimsel değeri olan, Padişah tarafından yaptırılmış, saray yavrusuna benzeyen, Üsküdar Şemsipaşa’daki yalı yandığında, içinde çoğu el yazması 66.000 kitap ve o güne kadar Türkiye’de neşrolunan, bütün gazetelerin nüshaları da maalesef yalı ile birlikte yandı. Benim için en büyük servet yalıyla birlikte yanan bu zengin kütüphanedir. Türk maarifini yetersiz bulduğum için, Kadıköy Maarif Koleji’ndeki tahsil hayatımı bitirdikten sonra, kendi eğitimimle kendim meşgul oldum. Mazbut bir aile yaşamını çok sevmeme rağmen, ne yazık ki, altı kere evlenmek zorunda kaldım. Bir tane kızım var. Ancak Yüzlerce eğitimlerine katkıda bulunduğumuz gençlerimiz oldu. Hepsini de kendi çocuğum gibi görürüm. Bütün problemleriyle, ailelerinden bir büyükleri gibi ilgilenirim. Ben de herkes gibi çalışarak hayatını kazanan bir ailenin, çok çalışan bir ferdiyim. Şiir, kitap ve senaryo yazıyorum. Fotoğraf çekimleri, multivizyon, iç mimarı, kumaş tasarımı, spikerlik, seslendirme gibi işleri doğal olarak kendi stüdyomda yaptım. En büyük servetin beyin ve gönülde olduğuna inanırım. Bu yüzden hâlâ sanat ve fikir ve siyaset ağırlıklı yazı ve çalışmalarımı sürdürüyorum.

N.E.: Tansu Çiller’e danışmanlık yaptınız diye biliyoruz?

A.H.V. : Politika da olsa, doğruları söylemek mecburiyetindeyim. DYP’nin o dönem genel başkanı ve Türkiye’nin de başbakanı olan Prof.Dr. Tansu Çiller’in daha önceden eşi Özer Uçuran Çiller’in Gen. Koordinatör olduğu HAS HOLDİNG’den tanıyordum. Buna rağmen Sayın Çiller’in isteği üzerine danışmanlığını kabul ettim. Ancak ekibinde bulunan en etkili danışmanlarından birisi de şu an FETO Terör Örgütü üyesi olmaktan dolayı hapiste bulunan gazeteci – yazar Mümtazer Türköne idi. Seçimlerde Tansu Çiller ile DYP’nin %9.9’da ve TBMM dışında kalacağını söyledim. Raporlarla da anlattım. Israrla barajı %18 ile aşacaklarını ve siyaseti bilmeden konuştuğumu söylediler. Doğal olarak beni dinlemediler. Ben de danışmanlık görevini bıraktım. Nitekim 2002 seçimlerinde hepimizin bildiği gibi DYP yüzde 9.9 oyla baraj altında kaldı. Tansu Çiller, son seçimlerde tamamen yanında bulunan ve kendisini yanlış yönlendiren, doğruları söylemeyen danışmanlarının kurbanı oldu. Bu gün yine dikkat ediyorum. Bir danışmanlık furyası var. Ve buna kurban olan çok siyasetçi var. Her şeye külah sallayan ve “-Haklısınız.” Diyen danışman olmaz. Olursa danışman değil sadece yağcı olur…

N.E.: Bir de pek çok insan bilmez, sanatla ve çağdaş işlerle çok ilgili olmanıza rağmen, sizin çok güçlü dini bilginizle birlikte tarikat boyutunuz olduğunu değil mi?

A.H.V.: Haklısınız, iş hayatımla dini hayatı her zaman birbirinden ayrı tuttum. Baba tarafından Abdülkadir Geylanî Hazretleri ile doğrudan rabıtalıyız. Babam Kadiri idi. Osmanlı Kaptanı-deryası ve Hacı Vesim Paşa (1824-1910) Mevlevî gönüllüsüydü. Üsküdar Mevlevihane’si dervişleri arasına katılmıştı. Vesim Paşa ayrıca ressam oymacı ve hattattı. Sekiz Mushaf yazmıştı. Ne yazık ki bunlar da Üsküdar Şemsipaşa’daki yalı yangınıyla birlikte kül oldular. (Yangından kurtarabildiklerimizden bir tanesini Deniz Müzesine hibe ettim.) Fakir Bendeniz de Mevlevi tarikatına mensubum. Mıtrıp da yerim Na’t Han mevkiidir. Hz. Mevlâna’nın 700.Yıl kutlama faaliyetleri muvacehesinde ve bu sebeple, Hz. Pir’in “Gel“ şiirine cevaben “Geldim“ isimli 77 kıt’alık Bir şiiri yazmak, acizane fakire nasip oldu. Bu şiir dolayısı ile Türkiye ve Dünya’da muhtelif konferanslar verdim. Mevlevilik dışında Türkçe ve Türkçe’nin yok edilişi, reklâm ve ötesi, görsellik ve görsel psikoloji, medya ve/veya medya terörü, gençlik problemleri, kadın erkek sorunları, evlilik ve iletişim konulu konferanslarım da olmaktadır. Babamdan dolayı Türk musikisini iyi bildiğim ve icra ettiğim söylenir. Ancak geçirdiğim bir rahatsızlık sonucu, ses tellerime yapılan yanlış müdahale ile 3.4 oktav olan sesimi, ne yazık ki kaybettim. Ancak bunları siz sorduğunuz için anlatıyorum. Yoksa ben hakikat yolunda bir “HİÇİM”. Türkiye’nin önde gelen reklam ajansları ile firmalarına ve kurumlarına iş yaptım. Turizm Bakanlığı adına yurtdışında Türkiye’yi tanıtan multivizyon gösterileri yaptım. Ancak hiçbir zaman adıma fotoğraf sergisi açmadım. Henüz Türkiye’de kimse Multivizyonu bilmezken, sadece AKM’de bir sanatsal multivizyon gösterisi yaptım. Röportaj vermedim, hiçbir eserimi bastırmadım. Adıma açılan kişisel web sayfamı dahi, beni seven öğrencilerim hazırladılar. Bana müdahale imkânı bile tanımadılar. Tevazuu adına her şeye müdahale edeceğimden korktular.

DÖNEMİN MEŞHURLARININ TARTIŞMALARI.

N.E.: Çok üretken bir insansınız, aynı zamanda da çok sosyalsiniz. Bütün bunlara nasıl vakit ayırıyorsunuz? Gençleri nasıl buluyorsunuz?

A.H.V.: Az uyuyorum. Çok düşünüyorum. Hep çalışıyorum. Her şeyin ve herkesin doğal halini seviyorum. Çocukları akıllı suallerinde, gençleri çalışkan ve hırslı olduklarında çok takdir ediyorum. İş adamlarını tevazularında, sanatkârları eserlerinde seviyorum. Gençlerle çok iyi anlaşıyorum. Yeter ki, yarınlarımızı teslim edeceğimiz gençlere, lâyık oldukları saygıyı gösterebileyim. Biz bayrağı gençlere teslim edeceğiz. Bu itibarla bütün bildiklerimizi Onlara öğretmeliyiz. Bu yüzden hayatımda tahammül edemediğim husus; küstahlık, terbiyesizlik, haksızlık ve haddini bilmezliktir. Böyle durumda muhatabım kral dahi olsa, gereken cevabı vermekten kaçınmam. İşimde hiçbir zaman patron gibi çalışmam. İşçiden daha çok çalışırım. Az uyur, sabah namazına kadar çalışırım. Çoğu sorunu uyurken çözümlerim. Çok ciddi bir kütüphaneye, geniş bir ses ve görüntü arşivine sahip, 600 yıllık bir İstanbul ailesine ve her an dolu bir geçmişe sahip olmama rağmen, halâ bir “ HİÇİM” ve “HİÇ” bir şey bilmediğimi düşünürüm. Bu yüzden yetkiyi elinde bulunduranların da kendilerine gelmelerini, dünya gerçeklerini gayet iyi bilen, eğitimli gençleri, saymayan yapıdakileri, silindir gibi ezip geçeceklerine inanırım.

N.E: Şimdi biraz geçmişe gidelim mi? Ne dersiniz? Düşünün Yedi ayrı salonu olan Bir yalıda Şam işi, Arabesk, Barok, Luikenz muhteşem dekorlar içinde, kuyruklu piyanolar diğer enstrümanlar ve nice ekstralarla birlikte içinde mescidi, hamamı olan ve haremlik selamlık bölümleri bulunan, bir saray yavrusunda yaşayan minicik bir çocuksunuz. Yalının ziyaretçileri zaten dönemin yerli yabancı çok önemli kültür -sanat ve fikir adamları. Aynı zamanda Yalının sakinleri de, başlı başına döneminde tarihe adını yazdıran isimler. Bize biraz bu meşhur davetleri anlatır mısınız?

A.H.V. : Üsküdar Şemsipaşa’daki yalıda, her kesimden her kültürden, her ırktan ve her dinden ve inançtan konuk görmek mümkündü. Hem klasik hem modern dünya yaşardı orada. Hem Mevlevi’ler sema’ eder, hem modern dünya dansları yapılır, bahriyelilerin, alimlerin, sanatkârların, şeyhlerin, Sakallı Celâl, Neyzen Tevfik gibi filozofların cirit attığı bir yerdi, orası. Neyzen Tevfik’i Bodrum’da babamın babası keşfetmiş, İstanbul’a getirmiş, cemiyete de Annemin babası sokmuştu. Fikret ile Nedim Otyam’ın babası eczacı Vasıf Otyam, ailenin içinde yetişmiş Bir zattı. Reşat Ekrem Koçu ise, Göztepe’deki köşkümüze komşu. Mithat Sertoğlu ise, kiracımızın kardeşiydi. Dolayısı ile mahalle tarihe doymuştu. Ama Reşat Ekrem Koçu’ya geçmiş dönemin bütün dedikodu türündeki magazin tarzı bilgilerini aktaran kız kardeşi meşhur Halet Hanımdı. Keza mahalleyi günde üç defa dolaşır, ayaklı gazete gibi her komşuda ne olup bittiğini bilir, bu bilgileri de Reşat Ekrem Koçu’ya aktarırdı. O yalılar, konaklar ve köşkler, ilim irfan merkezleri gibiydi. Bu sebeple bu hanelerde hizmet verenlerin evlatları dahi, bu gün dünyanın sayılı yerlerinde görev yapabilir nitelikte yetişmiş meşhur kişilerdir.

N.E.: Ailenizde de şimdiki 2016 darbesine benzeyen bir 31 Mart vakası yaşanmıştı. Yalıda bunun da sohbetleri olur muydu? Ya da meşhur komşunuz Halet’in bu konuda fikirleri var mı? Günümüze aktaracağımız?

A.H.V.: Yıllar sonra hepsi çok yaşlanmış, kahvaltı masasında oturuyorlar. Bir tanesi anne dayılarımdan Makedonya’dan gelen ordunun yanında, diğer büyük dayı Osmanlı Padişahının yanında, diğer dayı da halkın yanında. Üç paşa zede de ailede ayrı fraksiyonlarda!.. Tevfik Birmen Dayı, Hamidiye’nin ikinci kaptanı. Lakabı Deli Tevfik ya da esirken yaverliğini yaptığı için, Tousend dolayısı ile “Tousend Tevfik”. O zaman topçu birliği Osmanlı da Ermeni Birliği. Topçu kışlasından, Sarayı topa tutacakları da kesin. Tevfik dayı, bir yolunu bulup, topların kamalarını söküyor. Topçular topların başına geçse de, sarayı topa tutamıyorlar. Kahvaltıda yarım asır geçmesine rağmen birbirlerine, “-Kamaları toplamasam topları atari bugün de vicdan azabından yanardınız.” diye tartışmalarını sürdürürlerdi. Kemâl dayı mucitti. Bugün kullandığımız YALE anahtarının ve daha pek çok icadın mucidiydi. Ben Reşadiye’nin maketi ile oynardım. Jön Türk’tü Kemâl dayı. Hatta mahallemizin ayaklı gazetesi Halet Hanım, dayımla ilgili tanımlaması: “Alnından besmelesi silinmiş, haçı putu boynunda despot herif.” Şeklindeydi. Çünkü dayım herkesle selamlaşmayacak kadar değişik bir kafa yapısına sahipti. Halet Hanımı da asla yanına yaklaştırmazdı. Sakallı Celâl dayı, kahvaltı masasında yaşananları, filozofik açıdan içine biraz da mizah katarak değerlendirirdi. Türkiye’de 6-7 Eylül dahil, 2016’ya kadar yaşanan darbelerin hepsini gördüm. Ailemin diğer fertleri de Osmanlı’daki darbeleri görmüş kişiler. Son darbeyle ilgili ilk andan itibaren fikrimi soranlara “ZOR-BE” dedim. Bu yüzden bu darbeye öğrencilerimizle birlikte “ZOR- BE” adını taktık. Zira böyle darbe olmaz. Olursa da, karşısında halkı bulur. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edilmiş ve İstanbul’da irtica yanlısı bir takım küçük ayaklanmalar meydana gelmiş; ancak kısa sürede bu hareketler bastırılmıştı. 7 Ekim 1908’de Fatih Camii’nde Kör Ali ve İsmail Hakkı adlarında iki hocanın arkasına takılan halkın Yıldız Sarayı’na kadar gidip, Meşrutiyet aleyhine gösteri yapmaları da bu isyanlardandır. Bir milletvekili, bir Nazır ve tespit edilemeyen sayıda asker ve sivilin hayatını kaybettiği isyan, Selanik’te bulunan Üçüncü ve Edirne’de bulunan İkinci Ordulara mensup askerlerin oluşturdukları, Rumeli halkının gönüllü katıldığı “Hareket Ordusu”nun İstanbul’a gelmesi ile bastırılmıştı. Üç gün süren çarpışmaların ardından sıkıyönetim ilan edildi; padişah II. Abdülhamit tahttan indirilip yerine V. Mehmed Reşad tahta çıktı. İsyana katılanlar ve destekleyenler yargılanarak 70 kişi idam edildi, 420 kişi ise çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Padişah 2. Abdülhamid, Müslüman kanı akmasın diye, bu isyancı grubun karşısına saraydaki orduyu çıkartmadı. Bunu tertipleyen o dönem halifeliği kaldırmak isteyen İngiltere. Sonra buna alet olanlardan ve filozof olarak da bilinen Rıza Tevfik de bize gelip giderdi. Sonra Kafalarını vurdular ama bir kere alet oldular. Bununla ilgili bir anıyı anlatayım: Abdulhamit devrildikten sonra İstanbul’da bulunan İngiliz sefaretine İttihatçılar giderler. Önceleri ön salonda hiç beklemezlerdi. 3.Katip bu heyeti ön salonda kabul eder.. Bu arada Garson “Beyler ne emreder?” diye sorar. Oysa, protokole göre: Böyle bir soruyu garson soramaz. Bunlar birbirlerine bakarlar. 3. Katibe Sefir Beyle görüşeceklerini hatırlatıyorlar. Katip, “-Sefir Sizlerle bir daha görüşmeyecek, der. Hazin olan Rıza Tevfik gibi filozof bir adamın dahi bu işin içinde olmasıdır. İstanbul’da İttihatçı avı başlayınca Rıza Tevfik, Mısır’a kaçar. Bir oğlu vardır ve oğlunun eğitimi yarım kalmıştır. Bu sefer İngiliz sefirinden çocuğunun eğitimi için yardım istiyor. İstanbul’da kendisini kabul etmeyen sefir, Londra’da kabul etmek üzere, Mısıra iki vapur bileti yollar. İngiltere’ye varan baba oğul gayesine ulaşmıştır. Çocuk bir okula yerleştirilir. Rıza Tevfik’e Bey de, bir miktar oğluna mukayyet olsun diye, misafir edilir. Veda gecesi Rıza Tevfik Bayin “- İstanbul’da Bizi neden kabul etmediniz?” sualine “Biz sizlerle hep işbirliği yapmak isterdik; ama o kadar hayalperestsiniz ki, bu mümkün olmadı.” Yanıtı verilir. “2016 ZORBE’sini gerçekleştiremeyenlerin, TBMM’yi bombalayanların, halka ateş açanların ve o pilot kızla, diğerlerinin yaptıkları da, aynı bunlarınki gibi azametli salaklıktır. Diğer dayılarımla birlikte yalıya zaman zaman gidip gelen, sohbetler yapan Rıza Tevfik gibi pişmanlık içinde, kafalarına vuracaklar ama ne çare? Bu kere ömürleri ya ipte ya hapiste bitecektir…

N.E.: Büyük dedeniz Osmanlı’nın son Kaptan-ı deryası Hacı Vesim Paşa. Paşayla ilgili yeni nesillere aktaracağımız anılar var mı?

A.H.V. : Büyük dedem Hacı Vesim Paşa, Abdülaziz’in tahta çıkması üzerine onun Kaptan-ı deryası oldu. Aynı zamanda da padişahın arkadaşı gibiydi. Bir gece askerler, Padişahın görüşmek istediğini söyleyerek dedemi alıyorlar. Osmanlı’da gece yarısı padişahın huzuruna çağrılmak, hele hele askerlerin alması hiç hayra yorulmaz. Çünkü o esnada Dedem, padişahı İngiltere’de çelik savaş gemisi yapmaya ikna etmiş ve Osmanlı’nın ahşap donanması çelikten donanmaya çevriliyor. İnşaları da İngiltere’de gerçekleştiriliyor. Osmanlı’da Bahriye Nazırlığı’nı da Padişah Abdülaziz kuruyor. Bütün bunlara rağmen Sultan Abdülaziz diyor ki, “Vesim Vesim benim tacımı, tahtımı başıma yıkmak mı istiyorsun? Benimle alıp veremediğin nedir?” diyor. Bu söz üzerine Elindeki temel çivisini yanındaki su dolu hamam tasına atıyor. Ve tabiî çivi batıyor. Dedem de diyor ki; “Paravanların arkasında beni hâl etmek için bekleyen leventlere söyleyin, bir başka deneme yapmak için, Bir kova su ve Bir leğen getirsinler.” Getirilen leğene dedem, kovadaki suyu boşaltıp hamam tasını leğendeki suya atıyor. Tabi tas yüzünce, Padişah çok sıkıntılı bir durumda kalıyor.. Ve hemen “ Haklısın Vesim” diyor. Dedem odadan çıkınca, hemen kapı yanındaki pencerenin perdesini çekiyor. Burada konuşmaları dinleyen Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultanı yakasından tutup: “Ruz-u Mahşerde kesik başımla, yakana sarılıp, sana hesap sorardım. Kadın aklınla böyle işlere karışma” diyor. Bu hadiseyi yaşayanların birisi Osmanlının kaptan-ı deryası, diğeri devlet işlerine karışmaya çok meraklı “Çingene” lâkaplı Pertevniyal Sultan. İşin diğer enteresan yönü, donanma geliyor, ne var ki eksik. İngiltere sadece iki gemiyi gönderiyor. Diğer gemiyle de sonra, Çanakkale’de Osmanlı’ya karşı savaşıyor. Sultan, Abdülhamit de bir jurnal sebebi ile donanmanın sarayı topa tutacağından rahatsız oluyor ve Vesim Paşa’yı çağırarak gemileri “-Dezarme et ve Haliç’e bağla” diyor. Vesim Paşa, “- Kulunuz Fransızca bilmiyorum. Dezarme ne demektir?” diye soruyor. Padişah “-Yani topunu tüfeğini sök.” diyor. “-Ben dezarmeye değil, armeye memurum. Beni affeder, yerime tayin ettiğiniz kişiye bu işi yaptırırsınız.” diyor ve ev hapsine, yalısına gönderiliyor. Abdülhamit döneminde de Kaptan-ı derya olarak 52 gün görev yapıyor. Ruslarla anlaşma yapıyor. Böylelikle itibarı iade ediliyor. Ancak ölene kadar ev hepsi devam ediyor. Ölene kadar da, her gün dua ediyor: “Allah tacınızı tahtınızı başınıza geçirsin” diye. Nitekim daha sonra 31 Mart Vakası oluyor. Sultan Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderiliyor. Vesim Paşa 31 Mart Vak’asından bir müddet sonra Hakka yürüyor.

“NİRENGİ NOKTALARI KALMALIYDI”

N.E.: Türkiye’de Osmanlı’dan sonra Cumhuriyete geçişle birlikte ailenizin hayatında neler değişti?

A.H.V.: Pazar günleri yalıda, kahvaltıda mutlaka dönemin filozofları, sanatçıları ve diğer ileri gelenlerinin katıldığı yemekler olurdu. Hizmetkârların çocuklarının eğitimine de mutlaka önem verilirdi. Yalı da ya da konaklarda görevli hizmetkârlar, birileri ile evlendirildiğinde; mutlaka erkeğe dışarıda evine bakabilmesi için iş bulunur, korunur gözetilirdi. Bizim Yalının baş efendisi de Beylerbeyi iskelesinde görevlendirilmişti. İki anne halam da, o zamanlar pek mutat olduğu üzre: şehir hatları vapuru ile boğaz gezintisine çıkıyorlar. Bu iki anne halam, Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında hemşirelik imajını saygın bir hale getirmek ve hemşirelik okullarının açılmasına ön ayak olmak için, gönüllü hemşirelik yapmış olan iki yürekli kadın. İki paşazade kızının alt kademe hattā hor kademe görülen, hemşirelik sahasında, gönüllü hemşirelik yapması tabiî çok önemli. Ve bu sayede millet kızlarını hemşirelik okuluna yollamaya başlıyor. Vapur Beylerbeyi iskelesine geldiğinde: Baş efendiye anne halalarım, seslenip, el sallıyorlar. Ancak baş efendi hiç bakmıyor. İki hala da, bu duruma çok bozuluyorlar. Hatta Baş efendinin kendini ne sandığı konusunda fikir üretiyorlar. Ancak, yalıya geldiklerinde, Baş efendiyi taşlıkta, çok daha sinirli Bir halde, Onları beklerken buluyorlar. Baş efendi evin hanımı olan iki anne halama “-Siz paşazade iki hanımsınız. Sizler hiç utanmıyor musunuz? Bir harekat memuruna güverteden el sallamaya? Beni yetiştiren bu kültür, ailenin kızları olarak sizleri yetiştiremedi mi?” diyor… Bunun üzerine halalar tabii çok utanıyorlar. Buradan da anlaşılacağı gibi Cumhuriyetle birlikte değerleri savunacak ve yaşatacak sınıflar yok edildi. Atatürk’e diyorlar ki “Sen bu görevi Vahdettin’den aldın. Eğer kafanda bir kurgu varsa, yapabileceğin en azami durum: Padişahı yerinde tutmak, Senin de Başbakan olmandır.” Atatürk, bunu kabul etmiyor. Kâzım Karabekir ile Rauf Orbay, bu yüzden İstiklal mahkemelerinde yargılanıyor. Oysa bu muhterem zatlar, doğru söylüyorlar. İnsanlar, İngiltere’de dönüp bayrağa bakıyorlar, kararların uygulanışında ya da devletle ilgili olaylarda Sarayın nasıl hareket edeceğini anlamak için. Bütün dünyada böyledir. Mutlaka nirengi noktalarının kalması gerekirdi. Bu yüzden bugün burjuvamız burjuva değil; aristokrat dediklerimiz de aristokrat gibi değil. Ben normalde anne tarafımdan aristokratım, baba tarafından da burjuvayım. Soğanımı da kırarım, bağdaş da kurarım. Frak ya da smokinimi giyip vals de yaparım. Bazı şeyleri çok iyi bilmek gerekiyor. Sonuç itibarıyla bir İstanbul kültüründen bahsediyoruz. Yarım asır önce sokaklarda, yoğurt satan yoğurtçular olurdu. “Silivri kaymak” diye bağırırlardı. Bizim yoğurtçumuz da Silivri’den yoğurt getirirdi, her hafta ondan İki kez yoğurt alırdık. Üsküdar’daki yalımızın yandığını, Göztepe’deki köşkte, annemle ben yoğurt alırken, komşular haber verdi. Yoğurtçu annemden önce, “Eyvah gitti güzelim kitaplar, el yazması eserler” diye söylendi. Düşünebiliyor musunuz? O zamanki İstanbul halkının, kültür ve bilgi düzeyini. Verecek çok şeylerimiz olmasına rağmen, vermediğimiz değerlerden, aklıma gelenlerden bir örnek daha vereyim: Taksim abidesindeki heykelde, yeri olan Ayşe Çavuşla komşu otururduk. Bu ülke Ayşe Çavuş’a çok daha fazla değer verebilirdi. Ama gariban bir kulübede, küçük bir emekli maaşıyla yaşadı, ömrünün sonuna kadar. TBMM’nin Ayşe Çavuş’a verecek gazilik maaşı yok muydu?

Osmanlı padişahı Vahdettin’in Kurtuluş Savaşının kazanılmasında, Atatürk’e özel görevler vermesinde, çok büyük katkıları var. Ancak beş kuruş ödenek verilmeden, sınır dışı edildi hanedan. Dünyada cenazesine el konulan, tek padişah Sultan Vahdeddin oldu. Buna benzer örneklerle dolu tarihimiz. Çok ah almış bir ülkeyiz. Çok şükür ki, her kötü şeyin ardından, bütün bunlara rağmen çok iyi şeyler oluyor. Bu yüzden “ZOR-BE” girişimini önlemek için, tankların önüne geçenlere, herkesin çok borcu var.

N.E.: Bize göre Türkiye’nin çok az sayıda kalan, geçmişiyle bugünün köprüleri olarak adlandıracağımız değerlerindensiniz. Bu yüzden sizden özellikle İstanbul’da günlük hayata dair belleğimizde artık kalmayan bilgileri, ailenizin hayatından örnekler vererek anlatabilir misiniz?

A.H.V.: Babamın babası dönemin zenginlik anlayışına göre Vehbi Koç gibi biriymiş. Kapalıçarşı’da Üç Dört dükkanı varmış. O günkü rakamlarla bugünkü rakamlar aynı değil tabiî. Birine kefil oluyor, katarlar 3×11 =33 vagon olarak bağlanır. 33 Vagon yükü Sirkeci gümrüğündeyken, malın sahibini namaz esnasında vuruyorlar. Mal gümrükte çekilemeden kalıyor ve kefil olduğu için Büyükbabam, bir günde batıyor. Büyükbabam aynı zamanda, Fatih ve Çarşamba Mahallesinin Emini. Muhtarın dışında mahalle Emini, o mahallenin her şeyi demek oluyor. Çünkü o dönem harpler var. Harp sırasında mahalleyi, onlar savunmaya hazırlıyorlar. Hatta eski İstanbul’da kahvede oturanlar, ters hareketler olduğunda, hemen oturdukları sandalyenin arka bacak ve sırt tahtasını tutup, bir silkeleyişte çıkartıp, silaha dönüştürebiliyorlar. Kahve sakinlerinin İstanbul’un işgali sırasında, çok sayıda İngiliz askerini, bu şekilde önlerine katıp, kovaladıkları, bilinen olaylardandır.

OSMANLIYLA UĞRAŞANLAR BUGÜN DE AYNI

N.E.: Bugün yaşadıklarımızın sebebi nedir?

A.H.V.: Geçmişten gelen 150 yıllık siyaset bugün de uygulanıyor. Batı, petrol ve doğalgaz hatlarını Türkiye’den geçirmek istemiyor. İstanbul’a havaalanı yapıldığında Frankfurt ve Londra Heathrow havaalanı önemini yitirecek. Kanal İstanbul ve liman projesi gibi dev projelerin hayata geçecek olması Batıyı kızdırıyor. Bu yüzden siyasilerin böyle zor ve hassas bir dönemde dürüst olmaları çok önemli. Aynı zamanda, biraz da olsa, tarih bilmeleri gerekli. Dünya konjonktürünü de doğru okuyabilen siyasiler, başarılı olur. Bu coğrafya da bugün: 150 yıllık planlar uygulanıyor. Türkiye’de 150 yıldır gündeminde olan, askeri ve sivil reformlarını gerçekleştiriyor. Bu yüzden geçmişimizi yeniden objektif bir şekilde okumalıyız. Öncelikle, gayri Müslim olan ekalliyeti, düşman gibi görmekten vazgeçmeliyiz. Onlar bu toprağın sahipleri ve hepimizden daha çok Türk’türler. Bu ülkeyi de, toprakları da bazılarımızdan; kimler olduklarını halkımız gayet iyi biliyor; neredeyse daha çok seviyorlar. Kaldı ki; ekalliyet olan Rum, Ermeni ve Yahudi’lerden isteyenler, Yunanistan Ermenistan ve İsrail’e gittiler. İsteyerek burada kalanlara da vatan sevgisini zaten bizler öğretmeyeceğiz.

N.E.: Tarikatlarla olan ilginiz nedir? Günlük hayatınızı nasıl etkiliyor dini kimliğiniz?

A.H.V.: İslamiyet’te şimdi anlatacağımı, ne yazık ki Şer’i bilgisi olan, birçok insan bilmez. Tariki bilgisi olanlar bilir. Her Müslimana “Müsliman mısın? “diye sorulduğunda “-Elhamdülillah” “-Ne zamandan beri?” diye devam edildiğinde. “Kalubeladan beri” diye cevaplar, cevaplamayı bilenler. Kalubeladan beri Müslüman olunduğu için, diyarı küffarda doğduğun zaman, çocuğu alıp götürüyorlar vaftiz ediyorlar. Vaftiz edilirken vaftiz babası, papazın kulağına eğilip, bunu İtalya da kulağımla duydum: “Size bir Tük getirdim, onu Katolik yapın” diyor. Müsliman demiyor. Başımızdaki bütün belanın bedeli bu… Bizi yani Türkleri yok ederlerse İslamiyet’in de yok olacağını biliyorlar. Toplumları onları Katolik proteston yapsa da, bu bilgi yüzünden bugün, dünya üzerinde başka dinlere mensup olan, yüzlerce insan İslamiyet’i seçiyor. Bütün ecnebilerin sıkıntıları Müslüman doğduklarını biliyor olmaları. Ve her doğana kalubeladan beri Cenab-ı Hakk Müslümanlığı veriyor. Bir de buna ek olarak, tarikat veriyor. Diyelim ki, İki kardeşiz , annemiz babamız aynı … Bizim aynı tarikattan olmamızın şansı çok düşük. Herkesin hangi tarikata mensup olduğu, Rahime düştüğü an belli olur. Ve bunu tarikat bilgisi olan kişiler, manalarında (Ruyalarında) hangi tarikattan olduğunu görürler ve kişiye söylerler. Vaftizle çocuğu sen Katolik yapıyorsun ama adam Mevlevi ya da Bektaşi. Kiliseye gidince, içinden gelen bir ses, “-Sen ne arıyorsun burada? Bu papaz Sana yalan söylüyor, çık dışarı!.” Demeye başlıyor. Her kişinin kendi Tarikatı, başka dindeki tüm insanları, Müslimanlığa çağırıyor. Bugün dünyada bu kadar çok Müslüman olunmasının sebebi de işte bu. Bu konunun bir de sorgu sual cephesi var tabiî. Yüce Yaradan “-Ben diyar-ı küffarda doğrum. Onun için Müsliman değilim.” Mazeretini kabul etmiyor. “-Ben seni Müsliman yarattım. Sonra vaftiz ile dinini değiştirdiler. Reşit olunca esas dinine dönmen gerekirdi.” Şeklinde yargılıyor. Mustafa Kemal’in Osmanlıyı ortadan kaldırıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu dönemlerde, Kadirilik, Mevlevilik ve Özbekler tekkesini kapatmadığı, idare edilen başka tekkeler de olduğu bilinen bir gerçek. Kuran-ı Kerim’de olmayan birçok şeyleri, ne yazık ki sanki, gerçekmiş gibi kabul ediyorlar. Oysa, Kuran-ı Kerim’e göre mezhep falan yok. Sadece birlik var. Mezhepler tamamen siyasi. İslamiyette o da Hz. Ali Efendimiz zamanından başlayarak, tek bir şey var. O da Tarikat… Bütün tarikatlar da Hz. Ali Efendimize bağlı . Yani “Turuk-û Ali” var. Alinin yolları manasında. “Bütün İslam alemi buradan baktığınızda Alevidir” diye bir mantık yürütebiliriz. Kaldı ki bugün birçok fraksiyona bölünmüş Alevilikle ilgisi olmayan, çok ciddi bir mes’eledir, bu bahsettiğimiz Alevilik. Tamamen İslami kurallarla ilgilidir. Şimdiki Alevilerin bile , “-Böyle Alevilik olur mu?” dediği, günümüz Aleviliği hiç değildir. İslamiyet’te sadece 12 tarikat vardır. İlk tarikat Abdülkadir Geylânı Hz. Ait olan, Kadiri tarikatıdır. En son tarikat da Mevlevi’liktir. Her Müslüman, bu 12 tarikattan birinin mutlak mensubudur.

N.E.: Bugün dünyada sadece İslamiyet’e geçmiyor insanlar, hepimizin bildiği gibi özellikle Türkiye’de çok sayıda insan Hıristiyanlığa geçti. Ya da pek çok insan artık açıkça AGNOSTİK olduğunu söyleyebiliyor. Peki bu insanları kim çağırıyor?

A.H.V.: Agnostik ne demektir? Bunun anlamını bilmiyorum. Bir Müslüman bahsettiğiniz gibi Hıristiyan ya da Agnostik oluyorsa, Onu da ŞEYTAN çağırıyordur. Herkes kendine verilen ruhun kulağı nispetinde çağrıları duyar. Yaradan’a hamt ve sena ederiz ki, bize her zaman, gerçeğin sesini duyurmuştur.

Yazarın Notu: GEÇMİŞ OLMADAN YARIN OLUR MU?

Dünya tarihi ve siyaseti birbirini takip ediyor. Hiçbir şey birden bire karşımıza çıkmıyor. Ali Haydar Volkan’la yapılan bu çalışmada bu izlerlikleri hep birlikte görüyoruz. Tarihte yaşadıkları dönemlerde ki olayların izlerliğinde önemli rolleri bulunan Padişahlar, Hacı Vesim Paşa, Pertevniyal Sultan, Sakallı Celal, Rıza Tevfik, Tousend ya da deli Tevfik, Reşat Ekrem ve kardeşi Halet Hanım gibi pek çok şahsiyetin ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Tarihin ve tarihsel kültürün yaşamın içinde olması, bugüne ışık tutması ve günlük hayatın içinde olmasının önemi yadsınamaz. Ne var ki, birden bire cumhuriyetin ilanıyla yepyeni bir döneme geçilerek, geçmişin kötülükleriyle çirkinliklerini bıraktığımız kadar geleceğe kılavuzluk yapabilecek olan pek büyük değerleri de bırakılmış oldu. Doğal olarak yönümüzü, karanlık suda ilerleyen bir gemi gibi el yordamıyla, fenersiz bir şekilde bulmaya çalışıyoruz. Sosyal hayatın içinde önemli kabul edilen, siyasal, ekonomik olaylarda da aynı şekilde kılavuz olmadan, el yordamıyla yön bulunmaya çalışılıyor. En önemlisi de uzun yıllara yayılan çok önemli kültür ve yaşam biçimleri unutuluyor. Unutulan her kültür aynı zamanda, karanlık sularda ışıksız ve rehbersizliğin sebebiyet vereceği riskleri de artırıyor. Bu yüzden, bugün çevremizde olan biten her şey, geçmişin devamı, bugün yaşayan sadece isimleri ve fiziksel manaları değişen herkes de geçmişten gelenlerin izleri ya da devamı. Hepimiz, etrafımıza ve kendimize bu gözle baktığımızda, birbirimizi anlayacak, doğal olarak nefretle öfke yerini hoş görüyle karışık anlayışa bırakacaktır. Çünkü bugünlerde hepimizin önce sevgiye, ardından bilge rehberlerin fenerlerinin ışığında ilerlemeye ihtiyacı var…

Ali Haydar Volkan’ın bugün asaletini ve Mevlevi tarikatını miras aldığı ailesi kim?

Anne tarafının tanınmış simaları:

Anneanne baba babası: Son Kaptan-ı Derya Hacı Vesim Paşa
Anneanne anne babası: Divan-ı Muhasebat Başkanı Aksaraylı “Deli” Mehmet Paşa
Anneanne annesi: (Alman asıllı Müsliman) Geysu Hanım
Anneanne babası: (Ayaklı Kütüphane) Sıddıkoğlu Lûtfi Talûk
Anneanne kuzeninin babası: (Sakallı Celal) Bahriye Nazırı 1. Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa
Anne dayısı: Galatasaraylı (Sakallı) Celâl Yalınız
Anne dayısı: Mucit Mühendis Kemâl Porsun
Anne dayısı: Hamidiye zırhlısı 2.Suvari Beyi (Tausend veya deli) Tevfik Birmen
Anne dayısı: Osmanlı Bankası baş mütercimi Muhip Alaybek
Anne halası: Gönüllü İlk Türk Hemşireleri Ayşe Talûk
Anne halası: Gönüllü İlk Türk Hemşireleri Saime Alaybek
Anne kuzeni: Senatör Safa Yalçuk
Anne Kuzeninin çocuğu: Yazar Selim İleri
Aile fertlerinden: Kemancı Ayla Erduran

Hacı Vesim Paşa Kimdir?

Hacı Vesim Paşa (1824, İstanbul – 1910, İstanbul), Osmanlı Devleti’nin son Kaptan-ı Deryası, 1824’de İstanbul Yeniçeşme’de doğdu. Tersâne-i Âmire kereste mahzeni emini Mehmed Reşid Efendi’nin oğludur. 1836 yılında girdiği Mekteb-i Bahriye’yi başarı ile bitirdikten sonra 1841’de Kaptan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa’nın yanında bulundu. Damat Gürcü Halil Rıfat Paşa’nın ikinci kaptan-ı deryalığı sırasında (1843-1845) mülazım oldu. 1848 de yüzbaşılığa yükseldi. Bundan sonra çeşitli gemilerde zabitlik, süvarilik ve kumandanlık yaptı. 1849’da İngiltere’ye giderek Kraliyet Donanması’nda iki yıl çalıştı. Dönüşünde topçu öğretmeni oldu ve Kırım Savaşı’nda müttefik donanmasına kılavuzluk etti. I. Abdülmecit saltanatında miralaylığa yükseldi ve veliaht Abdülaziz’e tahsis edilen Peyk-i Şevket vapurunun süvariliğine tayin edildi. Abdülaziz’in tahta çıkması üzerine 1863’de Sultan Abdülaziz’in Mısır seyahati sırasında yanında bulundu. Bu arada Mekke Emiri Şerif Abdullah Paşa’ya nişan ve hediye götürmek üzere Hicaz’a gönderildi ve bu ziyareti esnasında Hac farizasını da yerine getirdiğinden “Hacı Vesim Paşa” diye de anılmaya başlandı. 1864 yılında müşir rütbesi ile kaptan-ı deryalığa getirildi. Dört buçuk ay kadar süren bu görevinden Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’nın donanma masraflarını kısma teklifine karşı çıktığı için ayrıldı. Ardından ikinci defa kısa süreliğine kaptan paşalığa getirildi. 1868-1878 arasında devlet görevinde bulunmadı, başarıyla icra ettiği hattatlık ve ressamlık sanatları ile uğraştı. 20 Haziran 1878’de Sultan II. Abdülhamid tarafından Bahriye Nazırlığına getirildi. Padişahın donanmanın silahsızlandırılması teklifini kabul etmediği için görevinden alınarak 1879’dan itibaren on beş yıl boyunca evinde ikamete mecbur edildi. (Eylül 1910’da Üsküdar’daki yalısında vefat etti ve Üsküdar Mevlevîhânesi Türbesi’ne defnedildi.

Sakallı Celal Kimdir?

Türkiye’nin en önemli fikir adamlarından kabul edilen Sakallı Celâl ile ikinci göbek kuzen olan Ali Haydar Volkan’ın ilk defa burada yazılan anısı şu şekildedir: “ Anneannemin ilkokul arkadaşı sonradan komşumuz da olan, Bir mahalle sobacımız vardı. Fransız ilkokulunda birlikte okumuşlar. Adamın ailesi çok zenginken batmış. Ve bu zat da sobacı olup, sobacı karısı olabilecek, bir kadınla evlenmiş. Kızı vardı ve kızını her sabah bizim eve gönderirdi ki, gereken her şeyi iyice öğrensin isterdi.. Henüz Lise öğrencisi olan o kız, her Pazar bizim evde, pencere önünde Celâl dayıyı, beklerdi. Celâl dayıya belki āşık ve o konuştukça dizinin dibinde oturduğu yerden, hayranlıkla Onu dinlerdi. Anneannem tam bir Alman, dangır dungur konuşan bir kadındı rahmetli. Lafını da kimseden esirgemezdi: Bir gün Kuzeni olan Celâl dayıya “-Bu kız Sana aşık galiba Celâl, camlarda senin gelmeni bekliyor, her Pazar.” dedi. Kız utançtan öldü bitti. Kıpkırmızı kesildi. 1950’li Yılların başlarında, edep hāyā varken, bu söz hiç denir mi?. Sakallı Celâl’ın cevabı: “Kuşlar, heykellerin cüsseleri kendilerinden büyük olmasına rağmen, hiçbir zaman heykellere konup kalkmaktan korkmazlar. Çünkü Onlar, çok iyi bilirler ki, heykellerden kendilerine hiçbir zarar gelmez.” oldu. Asıl adı Celâl Yalınız (1886 –1962), Türk düşünür, yazılı bir eser bırakmamış ama her biri birer eser olan insanlar bırakmıştır arkasında. Sakallı Celâl, 1886 yılının kazma kürek yaktırdığı bir Mart gününde Miralay Hüseyin Hüsnü Paşa ve Ayşe Melek Hanımın üçüncü oğlu olarak dünyaya gelir. Çevresine biraz tepeden bakan annesi ile Celâl’in yıldızı hiç barışmaz. Çocukken annesinin ‘paşa hanımı’ tavırlarına sinirlendiği için makam faytonunda kendini arabacı askerin yanına atıp, annesini utandırırmış. Zaten sonraları annesi için “askerler, babama selam durduklarından daha çok anneme selam dururlardı! Benim annem Abdülhamit’in dişisidir.” diyecektir. Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, “öğrencim” dediği Nazım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner ve Ali Sami Yen; çevresindekiler arasında Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent , Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Neyzen Tevfik gibi kişiler vardır. Galatasaray Sultanisi’nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret’in, “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin” dizesinde ifade edilen prensibe ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca sadık kalmıştır.

Bugün dilde yer etmiş, kaynağı bilinmeden kullanılan pek çok deyiş de onundur.

Birkaç Sakallı Celal deyişi örneği:
• “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.”
• “Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
• “Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.